Bu blogda, gazete ve dergi yazılarım yer almaktadır. Akademik yayınlar ve makaleler - Yeşil Gazete yazıları

15 Haziran 2011

Rudolf Bahro’nun “Komünler Kurma Cesareti”ne Şerh*

Bu yazı Üç Ekoloji dergisinin 2011 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.

Ümit Şahin
1- “Sadece günlük işlerimizde değil, politik olarak yaptığımız pek çok şeyde de uygarlığımızın ölümcül bağlamını yeniden üretiyor, ya da en azından dolaylı olarak onaylıyoruz. Hanüz atlıkarıncayı döndüren mili yerinden çıkartmış değiliz. Henüz gerçekten farklı bir kültürün, barış kültürünün toprağını üretmeye başlamış değiliz.”
Bizi ekolojik yaşam deneyimlerine, geçiş kasabalarına veya ekoköylere sürükleyen, ya da böyle bir özlem duymamıza sebep olan şey sadece yediğimiz gıdalardaki zehirler mi, yoksa bütün bir uygarlık anlayışından ve onun yarattığı (sadece üretim ve tüketim değil) yaşam ve ilişki biçimlerinden de mi kaçmak istiyoruz? Bir de şunu sorabiliriz: Bu tür ekolojik yaşam deneyimleriyle politik mücadele arasındaki gerilimi ne yaratıyor?

Rudolf Bahro 80’li yılların başlarında kurucularından olduğu Alman Yeşiller Partisi’nden uzaklaşmasıyla aynı anlarda yeni bir komün kültürünü vazetmeye başlamıştı. Hemen şimdi (ama zorunlu olarak kendi çevresiyle, ya da kendine benzeyen bir azınlıkla sınırlı olarak) yeni yaşam alanları kurmayı amaçlayan deneyimler hippi alt kültürünün uzantılarından biri olarak ABD’deki Vietnam savaşına karşı hareketin de araçlarından (aynı zamanda da sonuçlarından) biriydi. Askere alma kağıtlarını yakan 68 kuşağının uzun saçlı çocukları, en tanınmış örneği Tennessee’deki The Farm olan, kurtarılmış yerleşim yerleri kuruyorlardı. Pasifist bir savaş karşıtlığı anlayışı (ya da saf şiddetsizlik), mülksüzlük, vejetaryenlik ve yarı dinsel bir cemaatçilik anlayışı, bu yeni komün hareketini belirliyordu. (En radikal politik olanı, en politikadan uzak şekilde kurgulamanın estetiği...)

Bahro’nun çarpıcı vaazı hepimizin en korkutucu kabusunu tanımlıyor. Muhalif olarak yaptığımız her şeyde, aslında solumak istemediğimiz öldürücü havayı yeniden üretmenin, kurtulmaya çalıştığımız şeye katkıda bulunmanın, sistemin esiri olmanın eşiğine gelmek! (Eğer yok etmek istediğimiz sistemi çizginin kendi olduğumuz tarafından bilerek ve isteyerek yeniden kurmuyorsak tabii...)

2- “Yanıtını aradığımız soru sistemin kötü çalışıyor olması (ekonomik kriz, işsizlik, vb.) değil, daha çok hiçbir surette çalışmaması. Şimdiye dek kriz, bununla ilgili olarak bize kullanabileceğimiz ve kullanmak zorunda olduğumuz fırsatlar veren en umut verici şey. Biliyoruz ki bir daha asla tam istihdam diye bir şey olmayacak. (...) Fakat bizim bakış açımıza göre, genç insanlar için iş yaratmayı, çıraklık eğitimi vermeyi, onları kapitalist endüstriyel sistemin büyük ölçüde amaçsız ve hepsinden öte temelden yanlış olan ücretli emek perspektifine ve onun bürokrasi ve hizmet sektörlerine uyum sağlayacak şekilde eğitmeyi istemek gericilik olurdu. Genç insanlar hemen şimdi, sosyalleşmelerini tamamlayabilmek için geçiş yapacakları yeni ve farklı bir hayat bağlamına ihtiyaç duyuyorlar.”

Kapitalizmin yedek iş gücü depoları da, sosyalizmin tam istihdam ideali de bireyi emek gücüyle tanımlıyor. Emek gücüyle var olmakla, mesleğiyle tanımlanmak arasında bir bağ var. Ivan Illich’in profesyonel (ve köreltici) mesleklerinin biçimlendirdiği toplumla, emek gücünün planlanıp piyasaya arz edildiği toplum, aynı toplum. Hepimiz bu toplumda kendimize yer bulmaya çalışıyoruz.

Bu oyunu reddetmenin kapitalist sanayi toplumundaki adı “marjinalize olmak”. Sisteme dahil ol(a)mayanlar, şehirlerin ara sokaklarına, arka mahallelere, ya da en göz önünde olup en görünmedikleri meydanların kirli köşelerine hapsediliyorlar. “İş arayan bir işsiz” olmadıkları sürece istatistiklerde de yer almıyorlar.

Ekolojik yaşam, endüstriyel sistemin insan kaynakları servislerini ve gazetelerin iş ilanlarını reddetmenin bir yolu olamaz mı? (Eğer iyi bir okuldan diploması, saygın bir mesleği ve “ekolojik yaşamayı tercih edebilecek kadar” geliri olanların oyun alanı olursa olamaz elbette.) (Ekolojik yaşam deneyimini böyle mi tanımlıyoruz?) Ekolojik yaşam köreltici meslekleri ve emeğini satmayı reddederken, sistemin arka sokaklarında marjinalize olmayı da reddedenlerin parıldadığı yeni bir varoluş alanı haline gelebilir mi?

Bahro’nun hayalindeki yeni hayat bağlamı kırda veya kentte (ya da daha iyisi ikisinin kesiştiği, geçişli bir hal aldığı, hem orada hem burada olmanın başarıldığı bir alanda) kendi tahılını üretip kendi ekmeğini pişirirken, kendi müziğini de yapanların kurduğu, sisteme dahil olmamanın sistemin hayalinde dahi yer almamak olduğu bir hayat bağlamı olabilir mi? Bu hayat (yüce gönüllü değil) biraz da mecburi bir tercih olabilir mi?

3- “Ekonomik çöküşe karşı çıkarken, psikolojik çöküşü buyur edemeyiz. En iyisini yapabilmek için bütün bir süreci harekete geçirmeye karar vermeliyiz ve toplumsal sorunların çözümüne yapacağımız katkıyı bu yeni başlangıç noktasından temellendirmeliyiz.”

Ekolojik bir gelecek kurmayı, sağlıklı ve organik gıdalar tüketmekle, ambalajdan, atıktan, işlenmiş ürünlerden mümkün olduğunca uzak kalmakla, doğayı tahrip etmeyen şekilde tatil yapmakla, et yememekle, ya da az yemekle, araba kullanmayıp uçağa az binmekle başarabilir miyiz? Bu yeni, daha rafine ve daha yeşil yaşam biçimi çekirdek burjuva kültürünün içinde iyi meslekler icra edip, daha iyi (daha kaliteli) tüketmek demek değil mi?

Ekolojik çiftlikler, organik üretim merkezleri ve bunları alan, dağıtan ve satanlar da bu daha rafine ve daha yeşil yaşam biçimini mümkün kılacak girdiler sağlamış oluyorlar.  Üretenler, ticaretini yapanlar ve tüketenler. Hayatın örgütlenmesine dair hiçbir şeyin değişmediği, ama üretim tarzlarıyla tüketim alışkanlıklarının yenilendiği bir alter-endüstriyalist sistem. Bahro’nun komünler vazederken, aynı burjuva çekirdek yaşam biçimine girdi sağlamaktan söz etmediği ortada. O halde ekolojik deneyimi tüketici bireyi besleyen değil, tüketici bireyi ortadan kaldıran bir şey olarak tanımlamak gerek. (Bütün bir süreci harekete geçirmek... Aksi takdirde psikolojik çöküşü buyur etmek...)

Peki bir yandan politik mücadeleyi reddedip, bir yandan da yanılmaz biçimde doğru yerde durabilmenin dayanılmaz çekiciliği ne olacak?

4- “Komün perspektifini tercih etme kararı, ‘kurumlar üzerinden uzun yürüyüş’den oldukça uzun bir yol gitmeyi varsayarken, devlet yoluyla mümkün olandan çok daha derin bir yeniden örgütlenmeyi de tasavvur eder. Bombanın Demokles kılıcının altında ibresi artık gece yarısını gösteren saate bakarken, hala zamanımız olduğuna güveniyor ve buna mekanik bir saat düzeneğinin karar verebileceği düşüncesini reddediyoruz. Bir deney yapmaya cesaretimiz var, yalnızca şu veya bu komün uğruna değil – gerçi bir daireden bir başkasına taşınır gibi hızlı olamayacağız -, ama uygarlığın şu andaki makbul normlarının ve kariyer yollarının ötesinde ilkeleri olan bir yaşam için. (...)

Komünlerin, toptan imha tehlikesini kökünden söküp atacağı anlayışı her ne kadar bizi peşinden sürüklese de, kendi yaşayacağımız dönüşümün kazandıracağı psikolojik ödül, kendimize verdiğimiz en derine işlemiş sözdür ve bize motivasyon sağlar. Komün örgütlenmesini antropolojik olarak en uygun biçim olduğu gerçeği üzerine bina ederiz – ya da diğer düzenlemelerle karşılaştırıldığında- insan doğasına daha yakın olduğu, her şeyden önce hem nörotik bireyler yaratan aileden, hem de yabancılaştırıcı büyük kuruluşlardan kurtulmamızı sağladığı, bununla birlikte itaat etmeye yönelik içsel baskıları yeterli dışsal temasla dengelendiği gerçeği üzerine de... Komün ayrıca toplumsal güçlerin kontroluna en kolay izin veren sosyal biçimdir.”

1968’i yeşil harekete taşıyan en önemli isimlerden Rudi Dutsckhe’nin (Gramsci’den ilhamla geliştirdiği) “kurumlar üzerinden uzun yürüyüş” sloganı, aslında uzun bir devrim sürecini (radikal bir dönüşümün sistemin içinden dışına doğru, kültürel ve siyasi olarak,  gerçekleşmesi anlamında) anlatır.

Hedeflediğimiz, özlediğimiz, varmak istediğimiz dünyayı, kendimiz ve çevremizdekiler için gerçekleştirmeye başladığımızda, kurumların dışına çıkmaya, ya da en azından kurumların içinden dışına doğru yürümeye başladığımızda, sistemi kırmaya ve dönüştürmeye başladığımızda, kurduğumuz düşü gerçek kılmaya başladığımızda, yeni bir dünya kurmak isterken varolan dünyayı görmezden gelmeye, en azından bize değmeyecek kadar uzağa taşımaya başladığımızda temizlenmiş olur muyuz?

Hazır gıdaları, otomobilleri ve tüketim kültürünü dışımıza iterken devleti, okulları ve “genel ahlakı” içimizde taşımaya devam edebilir miyiz? Ekolojik yaşamın örgütlenmesi de en az içinde ne olduğu kadar önemlidir. Bahro komün yoluyla yeni bir dünya kurmak için hala zamanımız olduğunu söylediği anda, aslında bütün bir toplumu o komünler için hazır hale getirebileceğine inanan bir parlementarizm kök salıyordu. Bahro, sistemle uzlaşan bu siyasi anlayışı mahkum etti ve partisinden koptu.

Ekolojik yaşamın en büyük çıkmazı, kimsenin karşı çıkamayacağı bir saflık (arı, duru ve temiz bir saflık) yaratmasında. Elbette organik gıdalar, elbette doğaya en az zarar vererek yaşamak, elbette temiz kırlar, elbette yemyeşil köy yaşamı, elbette birey değil toplum, elbette diğer canlıların yaşam hakkı, elbette et yememek kötü bir şey değil, elbette... (Bizim düşmanlarımız da bize düşman mı acaba?)

Bu kolay elde edilen saflığı muhafaza edebilmek için neyle uzlaşıyoruz peki? Yaşayacağımız içsel dönüşümün mutluluğu hangi toplumsal dönüşüm ihtimalini feda etmemizi (ya da toplumsal bir dönüşüm için verilecek mücadele yüzünden sistemin içinde kalmanın ve sistemin kirli havasını solumaya devam etmenin yaratacağı iç bulantısından bir an önce kurtulmamızı) emrediyor?

Kurumların üzerinden geçip, her birine teker teker nüfuz ederek uzun bir yürüyüşle sistemi değiştirmek (ve kurumların içinden geçerken takılıp kalmayı, dökülmeyi, azalmayı, kirlenmeyi, hayal kırıklığına uğramayı ve lanetlenmeyi göze almak) yerine daha uzun bir yol tutmamızı, o sistemleri kendi haline bırakıp (çürümeye, yıkılmaya? kriz!), kendi kurumlarımızı (komünlerimizi ve yaşam biçimlerimizi) oluşturmamızı vazediyor Bahro. Sonra da Joshua’yı yanımıza alıp Jericho surlarının karşısına oturur, derin bir nefes almayı ve beklemeyi deneyebiliriz. (Yıkıl!)

5- “Komün yeni ve daha ekonomik bir yaşam biçimi için temel toplumsal biçimdir (ya da söylendiği gibi “yerel” yaşam biçimi). Amacı geçim araçlarının üretimi değildir – ister tarımsal, isterse endüstriyel bir yolla, kırda ya da kentte-, amacı komün tipi toplulukları yeniden üretmektir. (...) Tarihsel ve güncel deneyimler bize komünlerde dişil unsurun topluluk işlerinin aşağıdan yukarıya düzenlenmesine nüfuz ettiğini; büyük bir örgütlenmede, hakim olan rasyonalite biçimi ve iş bölümüyle kadınların özgürleşmesinin imkansız olduğunu gösteriyor.”

Eğer kurmaya başladığımız şey gerçekten yeni bir toplumsal biçimse, bunu toplumsal mücadeleden süzülüp gelerek başarmamız gerekiyor. Üreteceğimiz yaşam biçimi kendini çoğaltan bir karaktere sahip olacaksa, sadece örnek yaratmaya değil, yayılmaya, dağılmaya, genişleyip birbirine bağlanmaya, yarattığımız noktaların ve aralardaki görünmez çizgilerin sessiz bir haritada Hakim beyin korsan adaları gibi ışıldamaya başlamasını sağlamaya cesaret etmeliyiz.

Odağı kaydırmak gerekiyor belki de. Üretilen üründen, o ürünün hangi toplumsal bağlamda üretildiğine... Üretimde kullanılan araçlardan, üretenlerin gördüğü rüyalara... Üreten kişilerden, üretim sırasında söylenen şarkılara... Kırdan kente veya kentle kır arasındaki geçişli alana...
(Burjuva çekirdek yaşam biçiminden kır komününe geçilebilir mi?)

6- “Komünün işlevi, dışsal olarak da, birincil anlamda ekonomik değildir. Ne iş yaratmak, ne refah devletinin sorumluluğunu kopya etmek, ne gıda üretmek, vb., toplumun bakış açısından bir bütün olarak onun amacı olabilir. Ama diğer şeylerle birlikte bütün bunları da yapar.(...) Komünün özerkliği en yüksek önceliktir. (...) Ama dışarıdan para desteği, arazi fiyatlarının yüz kızartıcı düzeyde yüksek olması nedeniyle işleri kolaylaştırsa da, belirleyici öneme sahip olmayacaktır. Para bulunacaktır, özellikle de para sahibi çevrelerden insanlar dahil oldukça. Yeni yol için gereken “ilkel birikimin” aşılmaz güçlüklerinin görüldüğü yer, genellikle insanların önceki varoluş zeminlerini terketmeden ek bir alan arayışında oldukları yerdir. Burada doğal olarak pek çok farklı geçiş tipi olacaktır. İlkesel olarak, deneyimler bize, özelliklede  bu durumda, atasözünün geçerli olduğunu gösteriyor: İstediğin zaman bir yol bulunur.”

Bir komün deneyimi hayal etmek, ancak yaşam boyunca kazanılmış tüm kariyer, mülk ve konfor birikimini terk etmeye hazır olmakla mümkün gibi görünüyor (tam olarak terk etmek gerekmese de). Kaybedecek çok şeyi olanlar, ya da kaybedecek şeyleri olsun diye bir hayat kuranlar için, mülksüzleşme (ya da kolektif bir mülkiyetin içinde erime, kendi benliğini geride tutma, bu anlamda yalnızca sadeleşme değil aynı zamanda arınma da) sadece pek tercih edilir olmamakla kalmıyor, aslında imkan dahiline de girmiyor. Bu noktada da bir şekilde finanse edilen ekolojik yaşam deneyimleri ve bunların politik ortaklıklar olarak tanımlanması gündeme geliyor.

Her türlü ekolojik deneyim ihtimalini ancak toplumsal mücadelenin insanları birleştirdiği eklem yerlerinden üretmek, bu da bu eklem yerlerini açık ve erişilebilir kılmakla mümkün. Ya da yeni bir kuşağın yeni bir yol bulması, eski kuşakların bu yeni yolu görmesi, tanıması, anlaması (ya da sadece taklit etmesi) gerekiyor.

Belediyelerin, kar amacı gütmeyen şirketlerin ve vakıfların finanse ettiği deneyimler (örneğin geçiş kasabaları ya da ekolojik çiftlikler) yol açıcı örnekler, laboratuar alanları ve kılavuz çizgileri yaratabilir. Aynı permakültürün öncülerinin başardığı mucizeler gibi. (Mucizeler yeni dinlerin doğmasına yardımcı olabilir, ama hiçbir din, mucizelerin tekrarlanmasından oluşmaz.)

7- “Komünün endüstriyel Golyat’a karşı oluşturduğu gerçek alternatif ekonomik değil kültürel niteliktedir.”

Ekolojik yaşam denemelerinin bir antikapitalist alternatif yaratması, güzel bir ihtimaldir. Kapitalizmin doymaz iştahına karşı yetinmenin ve sadeleşmenin güzelliği, bireyin kabuğuna itildiği tüketim kültürünün geçim ekonomileriyle yer değiştirdiği örnekler yaratmanın güzelliği.

Ama bir de Anadolu kültürü miti var!

19. yüzyılda Avrupa’nın romantik şairleri, bestecileri ve ressamları sanayi toplumunun gaddarlığına karşı direnişin ruhunu kırda, gelenekte, otantik kültürde aradılar. Ama insansız doğa düşüyle pagan efsanelerinin karşılaştığı yerden parlak bir sanatla beraber sefil bir felsefe ve siyaset de çıktı. Çünkü ekonomik belirlenimciliğe sırtlarını dönerken, aslında tarihin acımasızlığını da hafife alıyorlardı. Yücelttikleri o saf köylü imgesinin, kır yaşamına dönüş ütopyasının ve romantik öfkenin bitişi önce savaş ve yıkımla, ardından faşizmle oldu.

Yeni bir komün kültürü, yeni bir kolektif yaşam beklentisi için, tarihe dönüp bugüne oradan bakmak gerekiyor. Bu bir yandan da yeni doğması gereken kültürü yoktan var etmek anlamına gelebilir.

8- “Neredeyse bin beş yüz yıl önce Benediktenler, Antikite’nin çöküşünden doğan yeni Batı kültürüne sadece en zirve noktasında toplumun %30’unu içine alan, çok önemli bir ekonomik itici kuvvet sağlamadılar. Her şeyden öte, o zaman güncel olan ve yaptıkları şeyin bütün toplumsal yayılımının bağımlı olduğu yeni düzenin kültürel sentezini – önce dua et sonra çalış diyen- mediatif bir temelde garanti altına aldılar. Bütün tarihyazıcılarının kabul ettiği gibi manastırlardan gelen entelektüel itici güç  temelde tinsel bir güçtür. (...) Bizim de yeni bir Benedikten düzene ihtiyacımız var. Bu da ancak toplumsal olarak etkili bir biçimde komün tarzı bir çerçeve içinde yeşerebilir.”

Bahro en çok bu yüzden eleştirilmişti. Eski bir Marksist, yeni bir din vazediyordu! Oysa belki de dürüst olmanın gereği buydu. Tarih boyunca radikal kopuşların dindışı bir çerçeveye sığdığı görülmez. Bunun şimdi mümkün olduğunu düşünmek bile bilimin ve teknolojinin tarihi değiştirme gücüne dair naif bir inanç değil mi?

Aslında yaşadığımız sistemin yıkıcılığını kabul ederken dinsel düşünme biçiminden ne kadar ayrıldığımız şüphelidir. (Tüketim toplumunu tanımlarken kullandığımız her kategori bir noktadan “yedi ölümcül günaha” değiyor: Açgözlülük, hırs, oburluk...) Günahtan ve günahkar olmaktan kaçınmak, endüstriyel düzeni reddetmek için attığımız her adımda kendini hissettirir. Yetinmeye inanırken, paylaşmaya inanırken, küçük ve doğaya (Tanrıya!) daha yakın bir yaşam için sözlerimizi sıraya dizerken erdemli bir hayat için arınırız. (Hiç durmadan tövbe etmek belki.)

Vejetaryen beslenme, hayvanların yaşam hakkına dair bir inançtan kaynaklandığı halde, eksiksiz bir dinsel davranış biçimidir mesela. (Sağlam bir dogma.) Et yiyen bir vejetaryen kirlenir, günah işler, et yemediği zaman temizlenir, arınır.

Ekolojik yaşama inanmak. Belki de en çok bu dinsel düşünüşe yakınlığı nedeniyle yaşama, yayılma, kök salma şansına sahiptir. (Tarih, dindışının geçiciliğini göstermiyor mu bize?) 

Yeni bir düzene, Bahro’nun manastır düzenine benzettiği komün anlayışıyla (çalış ve dua et – ekolojistlerin toprağa oturması, pantolonuna tırmanan bir böceği sessizce izlemesi...) varabilmek için önce alçakgönüllü olmak gerekmiyor mu? Hayatın anlamını çözmek değil, ekolojik yaşama inanç için asıl gereken. Doğanın düzenine (ekoloji!) sessiz bir itaat belki de. (Kuşları izlemek, mevsimleri anlamak, ağaçların dilini çözmek.)

Ekolojik yaşamın mânasını çözmek için öğrenmek gereken dille, Bahro’nun komünü için kurduğu dil aynı kapıya çıkıyor.

9- “Bu yeni Benedikten hareket en azından her ikisi de erkek egemenliğinin temellerini kıran şu iki açıdan eskisinden farklı olacaktır: Tinsel kültür, doğu despotizminden köken alan ve hiyerarşik bir kilise için tasarlanmış baskıcı monoteistik Tanrı fikriyle bağlantılı olmayacaktır. Bu noktada Yahudi-Hıristiyan gelenek kırılmalıdır. Neyse ki İsa’nın kendisi de en derin anlamda kendisinin kuşaktan kuşağa geçen bu imgesinden ayrıdır. Toplumsal örgütlenme de yine İsa’nın aynı şekilde kısmen yollarını ayırmış gibi göründüğü Hıristiyanlığın Yakın Doğu ve aynı zamanda Helenistik kökenlerini işaret eden cinsiyet ayrımıyla ve cinsel tahakkümle ilişkili olmayacaktır.”

Çoğu zaman aradığımız şey bir cemaati birbirine bağlayan türde, herkesin içselleştirmiş olduğunu beklediğimiz değerlerdir. Yadırgadığımız şey ise eski düzeni simgeleyen değerlere olan alışkanlık düzeyindeki bağlılık. Belli bi ritüelden kopmamayı, belli bir dille konuşmayı, inançlarımıza uygun bir yaşamı birileriyle paylaşmayı istiyoruz. Bunu bulamadığımız zaman, ya da henüz inanç basamaklarının bizden biraz daha alt basamaklarında duranlarla karşılaştığımız zaman inciniyoruz. Tam olmayan inançlar bize yetmiyor. Tam olanı istiyoruz. Zaaf göstermeyeni, feda edeni, özlediğimiz düzenin dilini konuşanı (en azından dilini konuşanı) arıyoruz.

Aslında çok şey istediğimiz söylenemez. Ama istediğimiz şeyin dindışı bir atmosferde soluk alıp verme şansı olmadığını anlamamız gerekiyor. Belki Bahro da bunu diyor. Aksi takdirde yaşayacağımız hayal kırıklıkları bizi deneyimlemek istediğimiz hayatın mümkün olmayacağı duygusuyla hiçliğe sürükleyebilir.

Ekolojik yaşamı gerçekte kurabilmenin yolu radikal bir kopuştan geçebilir. Kendimizden de.

10- “Başlangıçta bir tek şeye dönüşecektir: Bireysel olarak kararlarını veren, kendilerini ve bir projeyi hazırlayarak çevrelerinde kendileri gibi mücadeleci bir çevre oluşturan başlatıcılar (kadınlar ve erkekler), olmalıdır. Eğer şimdi değilse, ne zaman olgunlaşacak?”

Belki de bize yeni bir din lazım.

Tırnak içindeki alıntıların tümü “Dare to Form Communes” başlıklı yazıdan seçilmiştir. – Rudolf Bahro, Building the Green Movement, New Society Publishers, 1986, s.86-91. Yazı burada olduğu gibi 10 başlık altında numaralandırılmıştır. Tercümeler bana ait.

Hiç yorum yok: