Bu blogda, gazete ve dergi yazılarım yer almaktadır. Akademik yayınlar ve makaleler - Yeşil Gazete yazıları

01 Nisan 2007

Kyoto'ya İtirazın Arkaplanı: Endüstriyel Kalkınmaya Evet mi, Hayır mı?

Bu yazı Birikim Dergisi'nin Nisan 2007 tarihli 216. sayısına yayınlanmıştır.

http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=336&dyid=5050

Ümit Şahin
Bir türlü gelmeyen kış, kuruyan göller ve susuzluk korkusu, yıllardır beklenen yeni iklim değişikliği raporunun ağır uyarılarıyla birleşince, 2007’nin ilk ayları hiç kimsenin beklemediği yoğunlukta küresel ısınma tartışmalarına sahne oldu. Küresel ısınmanın ekolojiyi kendine dert edinen küçük bir azınlığın dışında da kaygıya yol açması tamamen yeni bir olay. Üstelik yakın gelecekte sıcakların, kuraklığın ve beklenmedik meteorolojik felaketlerin, kimi iniş çıkışlar yaşansa da, genel olarak artacak olması, konunun gündemde kalma olasılığını yüksek kılıyor.
Okuyan, yazan, politika yapan kesimlerde ciddi bir hazırlıksız yakalanma havası seziliyor. Çoğunluk, acı gerçeklerle ilk kez karşılaşan insanların göstereceği olağan tepkileri vermekle işe başlıyor: Şüphe, inkar, olayları işine geldiği gibi yorumlama. Bu bir süre sonra ya gerçekçi bir mücadele ihtiyacına dönüşüyor, ya da panik, yas ve boşverme tavrına doğru ilerliyor. Ama bu tipik davranışlarda politik olarak asıl ilgi çekici olan, alışıldık politika yapma ve çözüm üretme davranışının zorlandığı yerlerde, fazla düşünmeye ihtiyaç duyulmadan alınan tavırlar. Yeni sözler söylemeye, yeni çözüm yollarını dinlemeye istekli çok sayıda insan olmakla birlikte, pek çok kesim, bu yepyeni duruma eskiden beri kullandıkları yorumlama biçimlerini şaşılacak kadar hızlı bir şekilde uyarlamayı başarıyorlar.
Bununla asıl olarak çözüm yolları tartışıldığında karşılaşıyoruz. Türkiye’nin küresel ısınmadan göreceği zararın büyüklüğünün belli olmaya başlaması, insanların konunun kutup ayılarıyla sınırlı olmadığına ikna olmasına az çok neden oldu. Ancak Türkiye, başına gelecek bu felaketlerden sorumlu muydu? Yoksa Türkiye topraklarının çölleşmeye başlamasının, kuraklık nedeniyle giderek kendini besleyemeyecek bir ülke haline dönüşecek ve kentlerde ciddi susuzluklar çekilecek olmasının sorumlusu yine her zamanki gibi dış güçler miydi? Bugün Türkiye’nin bu durumun sorumluları arasında olmadığı, yani “masum” olduğu konusunda hükümetten muhalefete, sivil toplum örgütlerinden sanayicilere, milliyetçilerden kimi sosyalistlere kadar geniş bir görüş birliği var gibi görülüyor[1]. O halde temel varsayımlarda bazı ortak noktalar bulunuyor olmalı. Bu ortak noktaların neler olabileceği, bu görüş birliğinin nelere yol açtığı ve Türkiye’nin şimdi de hangi “inkar politikasında” rakip tanımadığı, bu yazıda incelemeye çalışacağımız konular olacak. Ama önce, Türkiye’nin küresel ısınmadaki rolüne dair kimi “acımasız” gerçeklere bir göz atalım.
İnkarı Mümkün Olmayan Gerçek
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) altı yıl aradan sonra geçen Şubat ayında, yeni değerlendirme raporunun bilimsel kanıtlara ve gelecek tahminlerine ayrılmış birinci bölümünü yayımladı[2]. IPCC raporunun iki temel özelliği bulunuyor: Birinci özellik çok geniş bir bilim insanları topluluğunun uzun yıllar boyunca yapılmış çalışmaların sonuçlarını derleyerek oluşturdukları bir gözden geçirme raporu olduğu için son derece temkinli (muhafazakar) sonuçlara varması. IPCC’nin geleceğe yönelik öngörüleri NASA, Postdam Enstitüsü gibi kuruluşların öngörüleriyle karşılaştırılırsa bu temkinlilik görülür. İkinci özellik ise tahminlerine koyduğu vadenin uzunluğu. Çünkü IPCC raporundaki modellemeler genelde 2100 yılını hedefler ve önümüzde uzun bir zaman olduğu, konunun geleceği ilgilendirdiği izlenimini yaratır. Bilimsel nedenlerden kaynaklanan bu durum, raporun bir uyarı işlevi taşımasının yanı sıra, insanların ihtiyaç duydukları rahatlama hissini sağlamasına da neden oluyor.
IPCC raporunun ve diğer bilimsel modellemelerin söylediği şey açık: Burada tekrar etmeye gerek olmayan kanıtlara göre sera gazlarının (karbondioksit, metan ve daha az öneme sahip diğer birkaç gaz) bugünkü düzeyde salınmasına devam edilmesi; yani endüstriyel üretim için gereken enerji ve kaynak kullanımının, küreselleşmeyi mümkün kılan hızlı ulaşımın ve kapitalizmin hala varlığını sürdürmesini sağlayan tüketim düzeyinin sürmesi halinde 21. yüzyılın ikinci yarısına doğru üzerinde yaşanması iyice zorlaşmış bir dünya yaratacağımız, yüzyılın sonuna doğru da uygarlığın, hatta belki de insan türünün ortadan kalkacağı iklimsel ve ekolojik koşulların ortaya çıkacağı neredeyse kesin. Bu acı son, elbette büyük kıtlıklar, göçler ve savaşlara sahne olan uzun ve yıkıcı bir çöküş dönemini izleyecek.
Bu noktada hala doğal ya da başka nedenlere bağlı olabilecek bir iklim değişikliğinden söz etmenin bir anlamı yok. Çünkü aynı sistemin (endüstriyalizm) ürünü olan, aynı politikalarla (aşırı tüketim ve kalkınma) hızlandırılan ve aynı gezegeni yokoluşa götüren ekolojik ve iklimsel krizlerin biri diğerini besleyerek bir sarmala dönüşmüş durumda olduğunu neredeyse kırk yıldır biliyoruz.
Bu noktada inkar edilemeyecek ikinci gerçeğe geliyoruz: Asıl sorumlu endüstriyel üretim ve tüketim sarmalı ise (başka bir deyişle kömür, petrol ve doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarıyla üretime dayanan bir ekonomik kalkınma modeli ise) Türkiye “masum” olabilir mi? Rakamlar pek öyle söylemiyor[3]:
1. Türkiye’nin yıllık sera gazı üretim miktarı 2004’de 300-350 milyon tondur. Aynı yıl, ABD’nin 7 milyar tonla dünya ülkeleri arasında açık arayla birinci olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin toplam emisyon sıralamasında tüm dünya ülkeleri arasından 19.’lukla 22.’lik arasında bir yerde olduğunu söyleyebiliriz[4].
2. Türkiye’nin toplam emisyonda ilk 20 içinde olması nüfusun ve ülke ekonomisinin büyüklüğüyle uyumludur. Türkiye dünyanın en kalabalık 17. ülkesidir ve dünyanın 19. büyük ekonomisine sahiptir. Toplam sera gazı emisyonunun bir ülkenin sanayileşme düzeyine ve fosil yakıt bağımlılığına olduğu kadar ülkenin nüfusunun ve ekonomisinin büyüklüğüne de bağlı olduğu Çin’in 4 milyar tondan fazla salımla 2., Hindistan’ın 1.3 milyar tona yakın salımla 5. olmasından da açıkça bellidir. Ayrıca Türkiye, kendisi gibi “hızlı büyüyen” büyük ülkeler arasında sera gazı salımı aşırı yüksek bir ülkedir. Örneğin 245 milyon nüfuslu Endonezya’nın ve 188 milyon nüfuslu Brezilya’nın toplam emisyonları 70 milyonluk Türkiye’yle aşağı yukarı aynıdır.
3. Türkiye toplam emisyonda aralarında OECD ve eski Doğu Bloku ülkelerinin olduğu “küresel ısınmadan en fazla sorumlu” 40 ülke arasında 13. sıradadır. Birleşmiş Milletler tarafından, Kyoto Protokolü’nün temelini oluşturan iklim değişikliği çerçeve sözleşmesinde Ek-1 listesinde olan “öncelikli olarak sorumlu” ülkeler bunlar olduğu ve sadece bu ülkeler detaylı envanter sundukları için bu sıralama verilmektedir. Aralarında Türkiye’nin de olduğu bu 40 ülkenin toplam emisyonu 18 milyon ton civarındadır (Yani dünyanın toplam emisyonunun yaklaşık %60’ı). Unutulmaması gereken, sera gazı salımını artırma hızında Türkiye’nin bu 40 ülke arasında açık arayla birinci durumda olduğudur. Türkiye 1990-2004 arasında salımlarını TÜİK rakamına göre %110, BM’nin esas aldığı rakama göre %72,6 arttırmıştır.
4. Sera gazı emisyonlarını değerlendirirken küresel adaletsizliğin bir göstergesi olan kişi başı salımlara bakmak da önemlidir. Kişi başı sera gazı salımı en yüksek olan ülkeler doğal olarak dünyanın en zengin ülkeleridir. Ama Türkiye’nin ilk 60 içinde olduğu bu sıralamanın en üst sıralarında petrol üreten bazı küçük Arap ülkeleri ile Lüksemburg, Estonya, Norveç gibi az nüfuslu Avrupa ülkelerinin de olması, sadece kişi başı salımı en yüksek ülkelerin indirim yükümlülüğü altına girmelerini küresel ısınmanın önlenmesi açısından işe yaraması şüpheli hale getirmektedir. Elbette ülkeleri kişi başı salım üzerinden yükümlülük altına soktuğunuzda ABD, Avustralya ve AB ülkeleri de yükümlülük altına girmektedirler; ama bunlar zaten hem toplam, hem de kişi başı salımda üst sıralarda yer alan ülkelerdir. Oysa Güney Kore, İsrail, Kazakistan, Türkiye gibi hem toplam, hem de kişi başı salımı orta düzeyde yüksek olan ülkeler göz önüne alınmadığında, bunlar küresel ısınmada hiçbir günahı olmayan kimi Afrika ve Asya ülkeleriyle aynı kefeye konmuş olmaktadır.
5. Eğer kişi başı salım yüksekliği zenginlik ve refah göstergesiyse, Türkiye’nin kişi başı salım miktarındaki bir dengesizliğe daha dikkat çekmek gerekir. Türkiye, kişi başına yaklaşık 5 bin dolar milli gelirle, 4,2-5 ton arası kişi başı sera gazı salımı yapmaktadır. Oysa örneğin Avrupa’nın en büyük sanayiine ve yaklaşık 35 bin dolar kişi başı milli gelire sahip Almanya’nın kişi başı sera gazı salımı 12 tondur. Bu müthiş farkın kaynağı açıktır. Türkiye fosil yakıt bağımlılığı ve enerji yoğunluğu çok yüksek (yani enerjiyi çok verimsiz kullanan) bir ülkedir. Enerji üretiminde %75 oranında fosil yakıtlara bağımlı olan, ulaşımının %90’ını karayoluyla gerçekleştiren, enerji yoğunluğu OECD ortalamasının 2 katı olan bir ülke, enerjiyi yanlış üretiyor, ürettiği enerjiyi ve çok yüksek miktarda karbondioksiti boş yere havaya savuruyor demektir. Türkiye’nin bu yüksek karbondioksit üretimi gerçekten yüksek refahla açıklanabilecek bir düzeyde olsa, itirazlar biraz daha anlaşılabilir olurdu. Oysa aradaki oransızlık, yanlış enerji, sanayi ve ulaşım politikaları nedeniyledir ve böyle olduğu Türkiye’nin bir yandan da ekonomik krizlerle boğuştuğu 1990-2004 arasında, dünyanın emisyonlarını en yüksek miktarda arttıran ülkesi olmasından da anlaşılmaktadır.
6. Türkiye’nin masum bir ülke olup olmadığını anlamak için yapılacak bir karşılaştırma da bütün bu sıralamalarda, emisyon hesaplarında ve Kyoto mekanizmalarında adı bile anılmayan bazı Asya ve Afrika ülkelerine bakarak yapılabilir. Bu grupta yer alan ve nüfusları Türkiye’ye yakın olan ülkelerden örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin toplam yıllık sera gazı emisyonu 1 milyon 800 bin ton, Etyopya’nın 7 milyon 300 bin tondur; 150 milyon nüfuslu Bangladeş’in salımı 35 milyon tonun altındadır. Bu ülkelerde yıllık kişi başı sera gazı salımı 100-200 kilogramı geçmez (Bunu sadece Türkiye’nin 4,5-5 tonluk düzeyiyle değil, Çin, Arjantin gibi diğer “masum olmayan”, büyük ve hızlı büyüyen ülkelerin 3-3,5 tonluk düzeyiyle karşılaştırabilirsiniz).
Söylemeye gerek bile olmayan nokta, Batı’nın petrole dayalı yüksek üretim ve tüketim düzeyinin yarattığı küresel ısınmanın ilk kurbanlarının açlıktan ve sellerden kırılan bu gerçekten masum ülkeler olacağıdır.
Kyoto’ya Karşı Olmanın Üç Yolu
Önce kendi pozisyonumu ve gerekçelerimi ortaya net olarak koymam gerekiyor. Ben Türkiye’nin Kyoto’yu derhal imzalaması ve bunu yaparken kendini belli bir tarihe yönelik gerçekçi ve işe yarar bir sera gazı indirim hedefiyle bağlaması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye Kyoto’yu İmzala! imza kampanyasının başını çekenlerden biri olarak[5], Türkiye’nin artık bu inkar politikasını terketmesinin, hala terketmiyorsa da teşhir edilmesinin hayati önem taşıdığına inanıyorum. Çünkü Kyoto’yu imzalamamakta direnmek, Türkiye’nin geçmişten gelen fosil yakıt bağımlılığına ve endüstriyel kalkınma tuzağına daha fazla saplanması, petrol şirketlerinin denetiminden çıkamaması, uluslararası ilişkilerini enerji ve petrol savaşlarında daha fazla rol almaya çalışarak kurması demek. Herkese ütopik gelen “ekolojik sıçrama”, Türkiye’nin önündeki tek gerçekçi ekonomik modeldir. Az enerji üretimine, verimli kullanıma, az tüketime, ekolojik yaşama, bir yandan da kaynak bağımsızlığı demek olan yenilenebilir kaynaklara dönüşe dayanan bir paradigma değişikliği olmadan Türkiye’nin içine girdiği sarmaldan çıkması mümkün değil.
Bu nedenle Kyoto çevresinde kopan fırtınanın çok anlamlı olduğunu, Kyoto’ya karşı takınılan politik tavırların arka planında en temel politik seçimlerin olduğunu düşünüyorum. Yayılmaya çalışıldığı gibi bu mesele “teknik” bir uluslararası çevre hukuku meselesi değildir. Yine yayılmaya çalışıldığı gibi emperyalizmin komplosuyla da karşı karşıya değiliz. Ama bu konuda söylediğimiz sözler nasıl bir ülkede, nasıl bir gelecek hedeflediğimizi ortaya koyuyor.
Türkiye’nin Kyoto’ya taraf olmasına karşı çıkanların argümanları kuşkusuz çok çeşitli. Bunlar arasında yer alan, ama ciddiye alınamayacak olanları, yani küresel ısınmanın varolduğuna inanmadığını söyleyenlerin hurafe düzeyindeki yorumlarını, ya da küresel ısınmanın dünyada sadece Türkiye’yi etkilemeyeceğini, bu yüzden de dış güçlerin Türkiye’yi işgal planları yaptığını öne süren deli saçması komplo teorilerini bir yana bırakıyorum. Bunun dışında ele alınması gereken duruşlar, yani Türkiye’nin Kyoto’yu imzalamaması gerektiğini (ya da bunun bir mücadele aracı olamayacağını) öne süren tezler en temel duruşlarına göre üç ana grupta ele alınabilir. Kyoto’ya (ve Türkiye’nin taraf olmasına) karşı çıkanlar elbette benim keyfi bir şekilde sınıfladığım bu üç pozisyondan birine tam olarak uymuyor olabilirler ve arada olanlar, ya da farklı düşünenler çoktur. Ama tartışmayı basitleştirmek için bu üç tavrı belirleyelim ve eleştirisini yapmaya çalışalım:
1- “Türkiye Kyoto’ya taraf olmasın, olursa da sera gazı indirim yükümlülüğü almasın” yaklaşımı:
Bu grupta teknik analize öncelik verenler, ağırlıklı olarak da bürokrasiye ya da devlet içinde iklim politikalarını oluşturan kesimlere yakın olan (ya da olmayı arzu eden) uzmanlar, sivil toplum örgütü temsilcileri ve öğretim üyeleri yer alıyor. Kyoto’yu yararlı bir uluslararası mekanizma olarak tanımlayan, ama Türkiye’nin Kyoto mekanizması dışında kalmasını olumlu bulan, Kyoto’nun imzalanmasını savunsa da bunu sera gazı indirim hedefi almadan yapması gerektiğini söyleyen bu görüşün oldukça fazla taraftarı var[6]. Bugünkü AKP hükümetinin temel tezleriyle büyük ölçüde örtüşen bu görüş, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruyan bir iklim politikasına sahip olmasını, daha az sera gazı salmasından daha önemli görüyor. Haliyle ekolojist değil, endüstriyel kalkınmacı bir görüş bu.
Türkiye’nin sera gazı salımını hızla artırması bu tezi pek desteklemediği için olsa gerek, Türkiye’nin küresel ısınmadaki payını az gösteren eski ya da tartışmalı rakamların kullanıldığına sıklıkla tanık oluyoruz. Örneğin, Çevre Bakanı’nın açıklamaları da dahil olmak üzere, kimi yerlerde Türkiye’nin kişi başı salımının 3 ton civarında olduğu, Türkiye’nin 108. olduğu gibi yanlış bilgiler kaynak gösterilmeden tekrarlanıyor. Hatta Türkiye’nin kişi başı salımda dünya ortalamasına yakın olması ilginç bir şekilde Türkiye’nin sorumsuzluğu için gerekçe olarak sunuluyor. Sonuçta bu görüş sahipleri hiçbir şekilde Türkiye’nin fosil yakıt bağımlılığından kurtulmasına hizmet etmeyecek, Türkiye’nin küresel ısınmadaki payını da azaltmayacak bir sera gazı salım hakkını savunma pozisyonuyla yetiniyorlar.
Türkiye’nin Kyoto’yu herhangi bir yükümlülük almadan, yani sera gazı salımını artırmaya devam ederek imzalamasının ulusal çıkarlarımıza daha uygun olduğunu düşünenlerin kimi görüşlerinin Türkiye’nin AB’ye “onurlu” bir şekilde girişini savunanların bazı fikirleriyle paralellikleri dikkat çekmiyor değil. Hatırlanacağı gibi AB’ye girelim, ama ulusal çıkarlarımızdan taviz vermeyelim ve onurumuzu koruyalım demek, biraz da Kıbrıs’ta yüzbinlerce askerden oluşan bir ordu bulundurmaya devam edelim, Kürtlere hiçbir siyasi ve kültürel hak vermek zorunda kalmayalım, işkence, düşünce özgürlüğünün kısıtlanması gibi Avrupa’nın üzerimize geldiği konularda taviz vermeyelim demekti. Kyoto’yu imzalayalım, ama termik santrallar kurmaya, otoyollar, üçüncü köprüler yapmaya, petrole dayalı bir ekonomiye, sanayileşmeye dayanan eski model kalkınma anlayışına yaslanmaya devam edelim, kısacası bir yandan da küresel ısınmayı arttırmaya devam edelim demek benzer bir duruşu ifade ediyor. Türkiye’nin ulusal çıkarları kimbilir ne zaman evrensel insan hakları standartlarına, savaş karşıtı politikalara, ekolojiye uyumlu hale gelecek?
2- “Kyoto çözüm değil, küresel ısınmayı durduramaz” yaklaşımı:
Türkiye’nin Kyoto’yu imzalamasına karşı çıkan ya da karşı çıkmasa da geçerli ya da önemli bir politik bir talep olarak görmeyen bir kesimin asıl gerekçesi Kyoto’nun yararsızlığı tezi. Bu bir yanıyla malumu ilam ve Kyoto’nun en ateşli savunucuları tarafından bile inkar edilmeyen bir yetersizliği tekrarlamaktır. Kyoto’yu savunanların her sözlerine “bu çok yetersiz bir anlaşma, ama elimizde bundan başka bir mekanizma yok” diye başladıklaını herkes bilir. Çünkü dünyanın 38 ülkesine 2012’ye kadar ortalama %5,2 emisyon azaltma hedefi verilemesi gerçekten de bilim çevrelerinin artık yaygın kabul gören 2050’ye kadar en az %80 indirim hedefine ulaşmak için son derece yetersiz bir başlangıç. Üstelik Kyoto’ya taraf olmaktan kaçan ABD, Avustralya ve (39. ülke) Türkiye’nin Ek-1 ülkelerinin toplam emisyonlarının yaklaşık %45’ini saldıkları düşünülürse, Kyoto’ya taraf ülkeler yükümlülüklerini tam anlamıyla yerine getirseler bile, anlaşma hedefinin yarısına ancak ulaşacak demektir.
Ne var ki bu görüş bir noktayı gözlerden tamamen gizlemektedir: Kyoto’nun dayandığı temel ilkeleri. Kyoto, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin temel ilkelerine dayanır, bunlar da küresel ısınmayı önlemek için sera gazı indiriminin öncelikli yöntem olarak görülmesi ve indirim yükümlülüklerinde önceliğin daha fazla sera gazı üreten endüstrileşmiş ülkelere verilmesidir. Sera gazı indirimi sanıldığı gibi bacalara filtre takarak değil, kömür ve petrole dayalı enerji üretim ve ulaşım biçimleri geriletilerek ve yerine yenilenebilir kaynaklar ve enerji verimliliği konarak yapılacaktır. Beğenilmeyen Kyoto’da da, Çerçeve Sözleşme’de de açıkça yazan budur.
Kyoto’nun yetersizliğini vurgulayan, bunun Türkiye’nin taraf olmasını anlamsız, gereksiz ya da yanlış kılacağını savunacak kadar önemli görenler, yerine ne koyduklarını, çok genel bir kapitalizm, tüketim, çevre sorunları vb. eleştirisi yapmak dışında, genelde söylememektedirler. Oysa Kyoto mantığının bugün dünyada dillendirilen tek alternatifi bulunuyor: Daha çok ABD ve yandaşlarının savunduğu teknolojik çözümler.
Yani sera gazı üretmeye devam edelim, ama karbon filtrelerini geliştirelim, karbonu tutup gömelim diyenler. (Henüz uygulanabilirlik kazanmamış, işe yarayacağı şüpheli bir aday teknoloji bu.) Otomobile dayalı ulaşım sistemine devam edelim, ama hibrid motorlar, biyoyakıt vb. kullanalım diyenler. (Dünyanın bütün tarlalarına şeker kamışı ya da kanola ekseniz acaba dünyanın 750 milyon otomobilini doyuracak biyoyakıt üretilebilir mi?) Biz yine sera gazı üretmeye devam edelim, ama bir yandan da ağaç dikelim, ağaçlar karbondioksiti emsin diyenler. (Ağaç dikmeye programlanmış çevrecilerin en sevdiği tez bu. Ama sera gazı salımını azaltmadığınız sürece istediğiniz kadar karbonsioksit emin, hiçbir işe yaramayacağı gayet iyi bilinir.) Sonuçta bu teknolojik önerilerin bir şekilde üretimi ve tüketimi körüklemeye ve kapitalizmi güçlendirmeye yarayacağı kesin, küresel ısınmayı yavaşlatabileceği ise hiç değil.
Kyoto yetersiz, dünya ülkeleri işe yarayacak bir anlaşma yapmalı, öncelikle de ABD imzalamalı diyenler, AKP hükümetinden sanayicisine, bürokratından kalkınmacı sivil toplum örgütlerine kadar herkesi ne kadar rahatlattıklarının herhalde farkındadırlar.
3- “Kyoto liberal bir antlaşmadır, Kyoto’yu imzalamayı savunmak kapitalizmi savunmaktır”yaklaşımı[7]:
Kyoto Protokolü de tüm uluslararası çevre anlaşmaları gibi 1972’de Stokholm’de başlayan ve 1992 Rio zirvesiyle önemi artan uluslararası sözleşmeler sürecine dayanıyor. Bu süreç, kalkınmanın eleştirisiyle yola çıkan, varolan ekonomik büyüme anlayışıyla dünyanın bir geleceğinin olup olmadığını sorgulayan bir BM sürecidir. Ama yıllar içinde ekonomik büyüme eleştirisi kalkınma taraftarlığına, sürdürülebilirlik tezi sürdürülebilir kalkınmaya dönüştürülerek ehlileştirilmiştir[8]. Bu nedenle Kyoto’nun da dahil olduğu bu sürecin bütünü ekolojist bir yaklaşım taşımaz. Yeşil hareketin de doğmasına neden olan 1970’lerdeki hava hızla dağılmış, kalkınma eleştirisini ve ekolojik krizi bir sistem sorunu olarak gören yeşiller ve ekolojistler politik bir hareket yaratmışlar, ama aynı kaynaktan, sonradan çevreci STK’ların oluşumunu da sağlayacak resmi BM çevreciliği doğmuştur.
Bu durum zaten Kyoto sürecinin yeterince “sistem içi” olduğunu gösterir. Kaldı ki sistem karşıtı, devrimci bir anlaşmaya AB gibi bir süper kapitalist gücün bu kadar sahip çıkmasını beklemek safdillik olmaz mıydı? Dolayısıyla Kyoto’nun liberal bir yaklaşım taşıdığı bir başka malumu ilamdır. Ama bu eleştiri çok önemli bir başka hataya kapı açıyor. Bu da Kyoto sürecinin içine büyük ölçüde ABD tarafından eklenmiş esneklik mekanizmalarının ve karbon kotası ticareti yoluyla endüstrileşmiş ülkelerin kendi emisyon azaltım yükümlülüklerinin bir kısmından kurtulacak olmalarının, sürecin tek bileşeniymiş gibi gösterilmesidir[9]. Evet, bu bir kaçış, bir gevşetme yoludur. AB ülkeleri de mümkün olduğunca az indirim yapmanın yollarını piyasa mekanizmalarıyla sağlamaya çalışmaktadırlar. Ama bu neyse ki Kyoto’nun özünü, yani sera gazı salımını azaltma zorunluluğunu ortadan kaldıramıyor. Almanya, İngiltere gibi ülkeler yine 2012’de 1990’a göre daha az sera gazı üretmiş olmak zorundalar. Bu indirimin tamamını satın almaları, esneklik mekanizmalarıyla süreci tamamen tersine çevirmeleri mümkündür, diyen bir analize, ben şimdiye kadar rastlamadım.
Bu tür itirazlar kapitalizmi eleştirmek, AB gibi kapitalist, emperyalist blokların içyüzünü göstermek için pek güzel işe yararlar. Ama ne yazık ki atmosferin bundan haberi olmayacaktır. Küresel ısınma için önemli olan atmosfere daha az sera gazı salınıp salınmadığıdır. Önerilen önleme mekanizmasının anlamlı olup olmadığının anlaşılması için bu azaltmayı sağlayacak olup olmadığı dışında pek bir kriter de yoktur. Küresel ısınmanın ve ekolojik krizin önlenmesi için kapitalizmin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürmeye benim hiçbir itirazım yok. Ama bu kadar devrimci bir seçeneğin bile kısa ve orta vadede endüstriyel kalkınmacıların, hükümetin ve sanayicilerin elini güçlendirecek bir teze dönüşmesine itirazım var.
Sol Küresel Isınmaya Karşı Mücadelenin Neresinde?
Bütün bu Kyoto tartışmaları sürerken, azınlıktaki bir insan grubu eylemlerle, mitinglerle, imza kampanyalarıyla küresel ısınma sorununu sokağa taşımaya çalışırken, sol nerede? Elbette sol bir yanıyla, bu sürecin içinde, hatta mücadeleye öncülük edenlerin arasında da yine solcular var. Ama bir bütün olarak bakıldığında Türkiye’de sol muhalefetin küresel iklim değişikliğini ele alış biçimi hayal kırıklığı yaratıyor. Solun büyük kesimi, hala kendisini savunmada görüyor ve meseleyi kendince tanımlamaya çalışmakla; hala çözümle ilgili insiyatif almaktansa, iklim değişikliğini kapitalizmin iç yüzünü sergilemekte kullanacağı bir “çevre sorunu” gibi tanımlamakla yetiniyor. Bunun iki nedeni olabilir. Birincisi sosyalizmin endüstriyalist (ve yanlış anlaşılmış biçimde kalkınmacı) geçmişiyle hesaplaşma sorunu. İkincisi de, solun, sorunu aslen “çevrecilerin” ilgi alanı dahilinde sayması ve sistemin bir parçası olarak görmeye alıştığı ekoloji ve çevre hareketleriyle arasına ördüğü duvar.
Tıpkı kimi ekoloji hareketlerinin daha çok mücadelenin ekolojik - yaşamsal önemi değil, mücadele eden kesimlerin sınıfsal karakteri veya sol söyleme yakınlığı üzerinden “daha değerli” bulunması gibi (Bergama köylüleri ya da Bolivya’da suyun özelleştirmesine karşı mücadele eden yerliler örneklerinde olduğu gibi), küresel ısınmayla ilgili yürütülen mücadele de insanlar, diğer canlılar ve gelecek kuşaklar için yaşamsal bir mücadele olmasından çok, kapitalizme karşı mücadeleye yaptığı katkı düzeyinde değer kazanabiliyor. Sermaye çevrelerinin “çevreci” iş yatırımlarını güçlendirmek ve çevre düşmanı imajlarını temizlemek için kurdukları veya destekledikleri çevre örgütlerinin, parasal üstünlükleri, medya patronlarına olan yakınlıkları ve halkla ilişkiler faaliyetleri sayesinde basında daha fazla yer bulmaları, sadece halkın değil, sol muhalefetin bile ekoloji mücadelelerinde yaratılan bu bilinçli kaydırmayı genele uygulamasına neden olabiliyor.
Küresel ısınma sorununda da benzer bir yanılgı söz konusu. Sermaye çevreleri, şirket CEO’ları ve onlarla aynı paraleldeki sivil toplum örgütleri oluşturulmaya çalışılan karbon borsasından para kazanmayı ve gezegenin cenazesini kaldırırken bile kâr elde etmeyi planlarken, sol, bu fırsatçılığı -kapitalizmi eleştirebilmek uğruna- küresel ısınmayla ilgili mücadelenin merkezindeymiş gibi göstermeyi yeğleyebiliyor. Uluslararası iklim değişikliği politikalarına kapitalistlerin çabalarıyla “sızdırılan” bu tür neoliberal cambazlıkların, tam da onların istediği gibi, dünya iklim değişikliği politikalarına galebe çalmasına “eleştiri uğruna” göz yumuluyor.
Kyoto Protokolü’ne yönelik eleştiriler, “kapitalizm yıkılmadan hiçbir şey çözülmez” dışında bir şey denmediği, öze yönelik bir eylem planıyla birlikte yapılmadığı zaman, ne yazık ki bütün iklim değişikliği politikalarını sistemin insafına terkedip alandan çekilmek anlamına geliyor. Kyoto sürecine karşı çıkmanın “genel” mücadeleye katacaklarını mı, yoksa iklim değişikliğini yavaşlatabilecek gerçek bir politik mücadele inşa etmeyi hedeflemenin mi daha yaşamsal ve gerçekçi olduğunu ne yazık ki hala tartışmak gerekiyor. İklim değişikliğine neden olan sistemi teşhir etmekle yetinmek, geri dönüşü olmayan noktaya yaklaşan iklim değişikliğini ve ekolojik krizi durdurmaya, gerçekten katkıda bulunabilir mi?
Bir zamanlar yeşil hareketin en büyük zayıflığı sosyalizmle ve Marksizmle yeterince hesaplaşmaması olarak görülürdü. Bu görüşte haklılık payı vardı. Yeşil hareketin dünya üzerindeki büyük eşitsizlikleri, sınıf mücadelelerini, yoksulluğu ekoloji ekseninden yorumlamakta yetersiz kaldığı, yine de bu eksikliği gidermek, dünyayı yeniden anlamlandırmak, yeni sözler söylemek için oldukça yol aldığı söylenebilir. Peki sol, hala doğaya hükmetmeye, sanayileşmeye, kalkınmaya, petrol uygarlığına, zenginliğin ve refahın eşit paylaşımına yönelen bir sosyalizm ideali için mi mücadele edecek? Yoksa antiendüstriyalist politikalar, kalkınmanın ve ekonomik büyümenin reddi, sol içinde de tartışma şansı bulabilecek mi? Belki de şimdi sıra solun yeşil düşünceyle hesaplaşmasında.
Kyoto tartışmalarına katılan, iklim değişikliğini ve ekolojik krizi dert edinen herkesin artık yanıtlamakan kaçamayacağı soru gayet net ve açık: Endüstriyel kalkınmaya evet mi, hayır mı?

[1] Bu duyguyu en veciz biçimde Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe ifade etti. Pepe hükümetin iklim değişikliği eylem planının açıklandığı 6 Mart 2007 tarihli basın toplantısında, Türkiye’nin küresel ısınma konusunda masum olduğunu söylemişti. Sadece Bakan Pepe değil, bu konularda sesi duyulan çoğunluk Türkiye’nin masum olduğunu düşünüyor.
[3] Bu yazıda verdiğim bütün verilerin kaynakları, ayrıntılı tabloları ve konunun derinlemesine analizi için “Küresel İklim Değişikliğine Karşı Mücadelede Sıcak Tartışma: “Kyoto Protokolü ve Türkiye” ya da “Türkiye Neden Kyoto’yu İmzalamalı?” başlıklı yazıma bakılabilir. http://www.kyotoyuimzala.com/doc/kyoto_ve_turkiye.pdf veya http://www.ekolojistler.org/kuresel-iklim-degisikligine-karsi-mucadelede-sicak-tartisma-.-umit-s.html
[4] Bu belirsizliğin nedeni Türkiye’de devletin 2006 yılında yayımladığı iki ayrı raporlarda 2004 yılı için verdiği aralarında 60 milyon ton fark olan iki rakamdır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun 357 milyon ton sera gazı salımına karşı Çevre ve Orman Bakanlığı 296 milyon ton demektedir. Bu nedenle Türkiye’nin 300-350 milyon ton arasında salımla 19.-22. arasında bir yerde olduğumuzu söylemeyi tercih ediyorum. Kaynaklar: TÜİK Envanter Raporu: Turkish Statistical Institute, Türkiye Greenhouse Gas Inventory, 1990 to 2004: National Inventory Report, Ankara 2006. Çevre ve Orman Bakanlığı İklim Bildirimi: First National Communication on Climate Change. Republic of Türkiye, Ministry of Environment and Forestry, Ocak 2007. Raporlar internette buunabilir.
[5] bkz. www.kyotoyuimzala.com
[6] Bu yaklaşımın örnekleri için Enerji Ekonomisi Derneği’nin Kyoto Protokolü EED Basın Açıklamasına (www.traee.org) ve Bölgesel Çevre Merkezi REC’in savunduğu iklim değişikliği politikasına bakılabilir (www.iklimlerdegisiyor.info ve Cemre dergisindeki çeşitli yazılar). İş dünyasının da bu görüşe yakın olduğu söylenebilir.
[7] Son zamanlarda bu görüşü savunanların yaygın olarak kaynak gösterdiği bir yazı için bkz: Ozan Demirci, Küresel Isınma ve Burjuva İkiyüzlülüğü: Kyoto Protokolü. Marksist Tutum web sitesi: http://www.marksist.com/ozan_demirci/kuresel_isinma_ve_burjuva_ikiyuzlulugu_kyoto_protokolu.htm
[8] Bu konuda ayrıntılı bir analiz için bkz. Ümit Şahin, Truva Atı Olarak Sürdürülebilir Kalkınma. Üç Ekoloji, Sayı 2, 2004.
[9] Bkz. Erinç Yeldan, Kyoto Protokolünün ‘Ekonomisi’. Cumhuriyet Gazetesi, 15 Kasım 2006

Hiç yorum yok: