Bu blogda, gazete ve dergi yazılarım yer almaktadır. Akademik yayınlar ve makaleler - Yeşil Gazete yazıları

01 Nisan 2009

Tarihsel İnsanlık Durumu Üzerine Tezler

Bu yazı Üç Ekoloji'nin 2009'da çıkan 7. sayısında yayınlanmıştır.


“Evrenin düzeni basittir. Su akar, ağaçlar biter, çiçekler açar, taşlar öylece durur, zaman geçer, ot büyür, deniz yükselir ve çekilir, mevsimler değişir ve geri gelir, Dünya döner, güneş parlar, ölüm canlıları ele geçirir, yaşam doğar, Tanrı susar, hayvanlar ilerler; elma ağaçları elma, ayakkabı tamircisi ayakkabı, besteciler müzik verir. Evrenin düzeni karmaşıktır. Su akar, ağaçlar biter, taşlar öylece durur, zaman geçer, deniz yükselir, Tanrı susar... Basit ile karmaşık, soyut ile somut gibi birbirinin yüzleridir.”
Armand Farrachi[1]

TEZ 1 –
Tarihsel insanlık durumu zamanla ve mekanla sınırlı değildir.
Tarihsel insanlık durumu insan türünün uzun tarihi boyunca genelleşmiş ve doğallaşmış bir durumu ifade eder. İnsanlığın zaman içinde sınırlı anlara tekabül eden birey ve topluluk hikayeleri, evrimle birlikte uzun bir tarih oluşturur. Bu tarihin belli bir amaca yönelik olduğu, ya da önceden tasarlanmış ve kurgulanmış olduğu söylenemez, ancak değişen zamandaki hareketi bütünlüklü bir anlam ve anlatı yaratır. Tarihsel insanlık durumu, bu bütünlüğe dışarıdan bakıldığında farkedilen bir anlamdır. Temel nitelikleri sadece bir insan bireyi için değil insan toplulukları için de çok uzun süreler için geçerliliğini korumuş olması ve insanlığın bütününü (yaşayacak bir ortamın varolmasını garanti altına almak ve türün devamlılığı anlamında) kalıcı olarak tehlikeye atmamış olmasıdır.
Tarihsel insanlık durumu, özcü bir düşünce değildir. Özcülük, insan için değişmez bir öz varsayar gibi görünürken, aslında sadece geçerli zaman kesitindeki duruma insanı sığdırmaya yarayan bir kategori yaratır: “Özcülük, içerdiği evrensel, bütünleştirici siyasetle birlikte, iktidarın modern yeridir.”[2] Tarihsel insanlık durumu düşüncesi, özcü düşüncelerdeki gibi insanı belli bir zaman ve mekanda ortaya çıkmış ya da keşfedilmiş şu ya da bu biyolojik, kültürel ya da sosyal nitelikleriyle tanımlamaz. Tanımlayıcı niteliklere bir değişmezlik ya da önceden belirlenmişlik de atfetmez. Bu anlamda tarihsel insanlık durumu olumsaldır.
Tarihsel insanlık durumu, Gaia’nın tarihinde zamanla ortaya çıkmış, süreklilik kazanmıştır, ama zamanda ve mekanda donmaz. Çünkü bir zamanda egemen olan bir durum, başka bir zamanda başka bir şekilde de olsa varlığını sürdürür. Tarihsel insanlık durumunun süreklilik kazanmasında belli bir iklimsel istikrarın belirleyici olduğunu[3] ve geçim (sonradan üretim) biçimlerinin ve araçlarının önceki çağlara göre çok hızlı bir şekilde değişime uğradığı bir dönemle ilişkisini, insanlık tarihinde evrim için kısa, ama tarihsel durum için nispeten uzun bir süre sayılabilecek son 50 bin yılı incelediğimizde görebiliyoruz. Tarihsel insanlık durumu, işte bu son 50 bin yılın içinde bir yerde süreklilik kazanmıştır diyebiliriz[4]. Üstelik, insanlık yeryüzünün her yanına dağılacak kadar nüfusunu arttırdığı bir tarihsel dönemde, türünün devamını garanti altına alacak ve toplu bir yıkım riski getirmeyecek bir şekilde gelişebilmiştir.
Tarih hem bir gelişme, hem de bir yozlaşmadır. Tarihsel insanlık durumunun tamamen ortadan kalkmasının (yani bütünüyle yozlaşmasının) ise, geri dönüşsüz bir şekilde verili durumu ortadan kaldıracağı, dolayısıyla bireyler ve topluluklar için farkına varılamayacak kadar yavaş değişimlerin yaşandığı zamanlardan, birkaç kuşak içinde türün yaşam koşullarının ortadan kalkacağı bir yıkımın mümkün hale geldiği zamanlara doğru geçtiğimiz artık görülmektedir.
Yine de tarihsel insanlık durumu, iyi, güzel, ahlaklı, kusursuz, olması gereken, kaçınılmaz olan değildir. Altın çağa dair de değildir. Ama en azından insanlığın ortak hafızasına (ve insan tarafından biçimlendirilmiş doğaya, nesnelere, kültüre) silinmez bir şekilde kazınmış bir durumdur.

TEZ 2 -
Tarihsel insanlık durumu zahmettir.

“Ömrümüz yetmiş yıl sürüyor,
Bilemedin seksen, o da sağlıklıysak;
En güzel yıllar da zahmetle, kederle geçiyor,
Çabucak bitiyor, uçup gidiyoruz.”
Mezmurlar (90)[5]

İnsan çalışır. Doğal şartlara karşı mücadele eder ve fiziksel zayıflığını ortadan kaldırmak için fiziksel olduğu kadar zihinsel olarak da çaba gösterir. İnsan zahmet çeker, terler, yorulur, alın teri döker. İnsan, az çalışmak için, yorulmamak, zarar görmemek, daha rahat etmek için sadece aletler değil, toplumsal yollar da kullanır: İşbölümü, kolektif çalışma, dayanışma gibi... Bazen de aynı amaçlarla saldırgan olur, başkalarının emeğine göz koyar, rekabet eder...
İnsan zahmet çeker. Su taşır, odun keser, toprağı sürer, demir döver, yemiş toplar, alet yapar, av peşinde koşar, soğukta üşür, yağmurda ıslanır, ateş yakar, ısınır, bilmediğinden, gücünün yetmediğinden korkar, kaçar, sığınır, çıplak kalır, giyinir, aynı şeyi bir ömür boyu giyer, acıkır, doyar, aynı şeyleri bir ömür boyu yer, çocuk sahibi olur, hastalanır, resim çizer, müzik yapar, şarkı söyler, yürür, yorulur...
Zahmet zanaati doğurmuştur. Zanaatkarin teknolojsi küçük ve organiktir. Niteliğini değiştirmeden, yavaşça küreselleşir. Sıçramaz, akar...
İnsanlık, zahmeti sevmez, ama katlanır. Daha doğrusu zahmetten başka türlüsünü bilmez. İnsan için kendi yemeğini ağzına koymak neyse, zahmet çekerek işini görmek de öyledir. Başka türlüsü sadece şanslı bir azınlığın ayrıcalığıdır (tanrılar! ya da temsilcileri...).
İnsan mücadele eder. Mücadele zahmetlidir.
İnsanın zahmet çekmeden yaşaması, yediği yiyeceği üretmeden, ağaçtan meyve toplamadan, yumurtayı tavuğun altından almadan karnını doyurması tarihsel insanlık durumu içinde bir sapmadır.

TEZ 3 –
Tarihsel insanlık durumu yavaşlıktır.
“İnsanlar ayakları üzerinde de çok güzel hareket ediyor. (...) Yürüyen insanlar yaklaşık olarak birbirine eşittir. Yalnızca ayaklarına bağımlı insanlar istedikleri an yürürler, saatte üç-dört mil hızla fiziki ve hukuki olarak hiçbir şekilde sınırlanmamış olarak istedikleri yöne ve istedikleri yere yürürler. (...)
Bu, merkep binicisi için kuşun uçmasına benzese de, ulaşımda optimal trafik hızı müzmin yolcuya havai ve fanatik gelecektir. İnsanın ayaklarıyla aldığı hızın dört-beş katı bir hız, tiryaki yolcu için dikkate alınmayacak ölçüde düşük bir hız eşiğini oluştururken, kendi güçleriyle yolculuk eden insanlığın dörtte üçü için bir sınır hissini ifade etmekten uzak yüksek bir hız eşiğini oluşturacaktır.”
Ivan Illich[6]
“Gelişmiş bir endüstriyel toplumda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek bile, imkansızlaşıyor. Toplumun altyapısı öylesine düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler. Kullanım değeri üretiminin üzerindeki bu meta üretim tekeli de, devreye devlet girdikçe daha da baskıcı oluyor. Bir çocuğa yalnızca belgeniz varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği yerine ancak bir klinikte oturtabilirsiniz. Ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji öğrenilenlerin karşılıklı değişimi ve benzerleri yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün olan etkinlikler. Meta bağımlılığını teşvik eden toplum böylece işsizlerini yoksullara ya da varlıklarını bu çarka borçlu olanlara çevirmiş oluyor.”
Ivan Illich[7]

Tarih yavaş ilerler. Aynı şekilde insan da...
Goethe’nin 1786’daWeimar’dan başladığı meşhur İtalya seyahati at arabasıyla yaklaşık 2 yıl sürmüştü.[8] Johann Sebastian Bach, 1701 yılında, 16 yaşında genç bir orgcuyken, zamanının en büyük org ustası Reinken’i dinlemek için o sırada yaşadığı Lüneburg’dan Hamburg’a gitmeye karar verdi ve yolculuğu yürüyerek 3 ay sürdü. Posta arabasına verecek parası olsaydı 50 kilometrelik bu yolculuk 12 gün sürecekti.[9] O yıllarda, sömürgecilerin yeni dünyalara ulaşmak için çıktıkları yolculuklar yıllar sürüyordu. Mesela Darwin’in 1831’de Beagle gemisiyle yeni dünyalara doğru yaptığı yolculuk 5 yıl sürmüştür.[10] Buzul çağı biterken henüz kara parçası olan Bering boğazından (Beringia) Amerika’ya geçen küçük insan toplulukları, birkaç kuşak süren yürüyüşlerinden sonra yaşayacak yeni ve buz örtülerinden temizlenmiş, avı ve yemişi bol topraklar bulabildiler[11].
Aynı şey çalışma için de geçerliydi. Çalışmanın hızını ve yoğunluğunu mevsimler belirliyordu. Daha fazla zahmet çeken insan, yine de mesaili çalışan bugünkü kuşaklara göre çok daha az ve düzensiz çalışıyordu. İster çiftçi, isterse zanaatkar, din adamı veya sanatçı olsun, insanın yaşama hızını gün veya haftadan çok daha uzun zaman dilimleri belirliyordu. Yapılan işler zahmetli, ama çalışmanın temposu yavaştı.
Demek ki tarihsel insanlık durumunda hareketlilik ve emek süreci yavaştır. Çalışmayı ve işbölümünü uzmanlık ve profesyonellikle, uzmanlığı ve profesyonelliği diploma sahibi olmak için okullara devam etmekle belirlemek de yenidir ve verimlilik fikriyle ilgilidir. 
Yavaşlığın hızını belirleyen üst sınır, insanın kas gücüne ve evcilleştirdiği hayvanlarla ürettiği aletleri kullanma becerisine dayanır.
İnsanlığın yer değiştirme hızı ve çalışma temposu, tarih içinde sadece marjinal sayılabilecek bir zaman dilimi için bugünkü kadar artmıştır. Bu hız, yani insanın bütün yeryüzünde aynı anda yaşaması, her gün her yerde benzer çalışma sürelerinde benzer tempolarda çalışması ve gideceği en yakın yere iki gün iki gece yürümeden ulaşabilmesi tarihsel insanlık durumu içinde bir sapmadır.

TEZ 4 –
Tarihsel insanlık durumu direniştir.

“İnsanlığı yöneten sevgidir. Şiddet ya da nefret tarafından yönetilseydik uzun süre önce soyumuz tükenirdi.”
Mahatma Gandhi[12]

Tarih kitapları iktidar mücadeleleri ve savaş hikayeleriyle doludur. Şiddetin hüküm sürdüğü uzun dönemler, insanlığın kaderini egemenlik mücadelelerinin belirlediği zamanlar çoğunluktaymış gibi görünür.
İnsan türünün ortaya çıkmasından bu yana kaç kuşak geçti? Peki bildiğimiz, savaşlarla ve barış anlaşmalarıyla, işgaller ve katliamlarla geçen “yazılı tarih” (Çağrışım:“Yazılı iletişimin birincil işlevi köleliği kolaylaştırmaktır. [13]” ) kaç kuşağın işi?
“Bildiğiniz gibi insanlar erken evlenip çocuk sahibi olma eğilimindedirler. 20 yılın ortalama bir kuşak olduğunu düşünelim. Böyle bir oranlamada, 3 milyon yılda 150.000 kuşak olacaktır. Oysa Amerika Birleşik Devletleri kurulduğundan beri yalnızca 10 kuşak geçmiştir. 20 kuşak öncesi bizi Kristof Kolomb’dan önceki döneme götürür; 100 kuşak önce Jül Sezar yaşıyordu; 150 kuşak önceyse Davut İsrail kralıydı; 250 kuşak öncesiyse yazılı tarihin başlangıcıdır. Yazılı tarih başlamadan önce 149.750 kuşak geçmişti. Siz atalarınız olan australopitekuslar’dan yalnızca 150.000 kuşak sonrasınız.”[14]
Şiddetin insanın özünde bulunduğu varsayımı, bütün özcü varsayımlar gibi insan türüne zamanın deli gömleğini giydirmeyi amaçlar. Gerçekte yaşamını devam ettirmek ve soyunu sürdürmekten başka hiçbir özü olmayan insan (diğer canlılarla paylaştığı öz olan bir “yaşamkalım makinesi” olarak![15]) varlığına ve bir tür olarak ‘onuruna’ yönelik saldırılara karşı direnir.
Tarihsel insanlık durumu, Alman köylü savaşlarından Anadolu’daki Babai isyanlarına, Amerika’da 30 milyon yerlinin soykırıma uğradığı sömürgeleştirme döneminde Hernan Cortes’e karşı ayaklanan İnka kabile şefi Tupac Amaru’nun isyanından[16], daha birkaç ay önce Burma’da askeri cuntaya karşı ayaklanan Budist rahiplere kadar, tahakküme karşı isyan ve direnişle biçimlenmiştir.
Asker kaçaklarının ve zorla savaşa gönderilenlerin sayısı her zaman gönüllülerden fazladır. Hatta geniş imparatorluk topraklarında vergi memurları ve çocukları askere almaya gelen görevliler de olmasa, devletin yüzünü görmeden yaşayıp gider halkın çoğunluğu. İnsan ölüme koşarak gitmez, şiddete bilerek boyun eğmez, kaçar. İnsan haksızlığa, baskıya karşı öfkelenir, kendini korumaya, kaçınmaya, zarar görmemeye çalışır. İnsan direnir.
Tarihsel insanlık durumu iktidar savaşı veren, tahakküm kurmaya çalışan, başkasının ekmeğini çalmaya çalışan onursuz azınlığın pençelerinden kurtulmaya çalışmaktır. Direnmeyi bırakan, teslim olan, mecburen boyun eğdiği ya da karnını doyurmak için hizmet ettiği efendilerinin yerini almaya soyunan çoğunluk, tarihsel insanlık durumunda kopuyor demektir.

TEZ 5 –
Tarihsel insanlık durumunda insanın doğayla ilişkisinde üst belirleyici dindir.

“Bütünselliği içinde dindışı dünya, tamamen kutsallıktan arındırılmış evren, insan zihninin oldukça yeni keşiflerinden biridir.”
Mircea Eliade[17]

İnsan doğanın “içinde” yaşar. Yaşamını doğaya uyum sağlayarak, doğadan beslenerek, kendini doğaya karşı koruyarak biçimlendirir. İnsanın doğaya anlam verme ihtiyacının son noktasında atom altı parçacıklara ve gen haritalarına ulaşmış bulunuyoruz. Bilimin bu başarısı tarihsel insanlık durumunun üst belirleyicisinin din olduğu gerçeğini değiştirmez.
İnsanlık, gücü ve zayıflığı içinde, doğayla kutsal bir sözleşme yapmış gibidir. Karşısındaki basit ve karmaşık evrenin tüm gizlerinin sebebinin kendisi olmadığı, ama kendisinin de tören ve ritüellerle katıldığı, yeniden yarattığı, bu kutsal bütünün bir parçası olduğu bir dünyada yaşar.
Tarihsel insanlık durumunda dinsel olanın dışarısı yoktur. Kutsallıktan arınması, insanın tam da doğanın “dışında” kalarak ve evreni parçalarına indirgeyerek anlamaya çalıştığı tarihsel dönüşüme denk gelmiştir:
“Dindışı varoluşsal bakış açısı içinde, insan kendine ve topluma karşı olanından başka bir sorumluluk tanımamaktadır. Ona göre evren tam anlamıyla bir Kozmos, canlı ve eklemlenmiş bir birim meydana getirmemektedir; evren sadece ve basitçe, gezegenin fizik enerjilerinin ve maddi olanaklarının bir toplamıdır ve çağdaş insanın en büyük meşguliyeti, dünyanın ekonomik kaynaklarını beceriksizce tüketmemektir. Fakat “ilkel” varoluşsal olarak hep kozmik bir bağlamda yer almaktadır. Kişisel deneyi ne gerçeklik, ne de derinlikten yoksundur; fakat kendini alışık olmadığımız bir dille ifade ettiğinden, çağdaş insanlara gerçekdışı ve çocukça gelmektedir.”[18]
Tarih öncesine dair kitaplarda ya da antropolojik araştırmalarda ‘laik kabilelere’ rastlanmamasının nedeni budur. Tarihsel insanlık durumunda insan “...hakiki ve anlamlının içinde yerleşmekte ve burada tutunmaktadır.”[19] Modernitenin çizdiği dünyada, yani dindışının egemenliğinde bile seküler dilin zayıf kalması ve dinsel olanın sürekli geri dönüşü her şeyden öte insan zihninin bu tarihsel belirlenmişliğinin sonucu sayılamaz mı?
Tarihsel insanlık durumundan uzaklaşmanın en son işareti dinsel olanın yıkılması, modernitenin insanı ancak böylelikle doğanın dışına çıkarabilmesidir. Bu bir inanç meselesi değil, tarihsel bir bakışın sonucudur. İnsanın doğayı anlamlandırmaktaki bilimsel başarısı, atomu parçalayıp çekirdeğinde evreni oluşturacak ve yok edecek güçteki saklı enerjiyi açığa çıkarmasıyla ve ölmüş bitkilerin yer kabuğunda sıkışıp kalması sonucu milyonlarca yılda birikmiş olan karbon depolarını 200 yılda yakıp atmosfere boca etmesiyle özetlenebilir. Aynı bilimsel başarı, kutsalın içinde dolaştığı mekanı ve zamanı da parçalamıştır.
Modernitenin en büyük ‘başarısı’, tarihsel insanlık durumuna dair en ağır ve geri dönüşü mümkün olmayan bu çöküştür.

SONUÇ
İnsanlığın artık eskisi kadar zahmet çekmediği, daha doğrusu zahmet çekmemenin kural haline geldiği, konforun üretilen ve satın alınan küresel bir mala dönüştüğü, hareket ve çalışma temposunun baş döndürücü bir hız kazandığı, herkesin gerçek ya da sanal bir şekilde tiranın tahtına oynadığı, doğanın gizlerini çözmek adına insanın doğayla yaptığı kutsal antlaşmanın yıkıldığı bu çağ, tarihsel insanlık durumundan uzaklaşmak ve geri dönüşü gittikçe zorlaşan bir şekilde kopmak olarak anlaşılabilir.
Tarih içinde marjinal kalan ve her an verili durumu ortadan kaldırabilecek bir sapma ya da...
Bu sapma evrenselleştiğine göre, bedelini tüm insanlık ödeyecek demektir.




[1] Armand Farrachi, Bach: Son Füg, Çeviren: Heval Bucak, Can Yayınları, İstanbul, 2008, s.7-8
[2] Saul Newman, Bakunin’den Lacan’a: Anti-Otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu, Çeviren: Kürşat Kızıltuğ. Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2006, s.26.
[3] Brian Fagan, The Long Summer: How Climate Changed Civilization, Granta Books, Londra, 2004
[4] Bu 50 bin yıllık dilimi biraz rastgele de olsa, anlamlı bir geniş zaman dilimi olarak kabul ettiğim için alıyorum. İnsan türünün yaklaşık 3,5 milyon yıllık evrimi içinde son 50 bin yıla şunlar sığmıştır: Neandartallerin ortadan kalkması, arkeolojik bulugularda cro-magnon insanıyla simgelenen bir uygarlık biçiminin başlaması ve kutsallık kavramının ortaya çıkması, son (ve insan uygarlığını ilgilendiren tek) buzul çağının başlaması ve bitmesi, tarım devrimi, devletin ve dinlerin ortaya çıkışı, büyük savaşların doğması, insanın dünyaya yayılması (küreselleşmesi), sömürgecilik, kapitalizmin doğuşu ve sanayi devrimi. Tarihi Sümer’de başlatan tarih anlayışıyla tarihsel insanlık durumunu kavramak olanaksızdır.
[5] Kitabı Mukaddes, Mezmurlar, Kitap IV, Mezmur 90-10

[6] Ivan Illich, Enerji ve Eşitlik, Çeviren: Ufuk Uyan. Ağaç Yayınları, İstanbul, 1992, s. 23-24 ve 55.
[7] Ivan Illich, Faydalı İşsizlik Hakkı, Çeviren: Deniz Keskin. Yeni İnsan Yayınları, İstanbul, 2008 (baskıda)
[8] J. W. von Goethe, İtalya Seyahati, Çeviren: Seniha Bedri Göknil. MEB yayınları, İstanbul, 1953
[9] Aydın Büke, Bach: Yaşamı ve Eserleri. Kabalcı yayınları, 2. basım, İstanbul, 2005, s. 33
[10] Alan Moorehead, Darwin ve Beagle Serüveni, Çeviren: Nermin Arık. Tübitak yayınları, 4. Basım, Ankara, 2005.
[11] Brian Fagan, The Long Summer: How Climate Changed Civilization, Granta Books, Londra, 2004
[12] Thomas Merton, Gandhi ve Şiddet Dışı Direniş, Çeviren: Seda Çiftçi. Kaknüs yayınları 2. basım, İstanbul 2003, s.67
[13] Claude Levi-Strauss, Hüzünlü Dönenceler’den aktaran Reha Çamuroğlu, Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Metis Yayınları, 2. basım, İstanbul, 1992
[14] Robert J. Braidwood, Tarih Öncesi İnsan, Çeviren: Bilgi Altınok. Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul 1995. Bu satırlar 1948’de yazılmıştır. O nedenle Braidwood’un hesaplarına 3 kuşak daha ekleyeblirsiniz.
[15] Richard Dawkins, Gen Bencildir, Çeviren Asuman Ü. Müftüoğlu. Tübitak Yayınları, 9. Basım, Ankara, 2007.
[16] Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Çevirenler: Atilla Tokatlı, Roza Hakmen. Çitlembik Yayınları, İstanbul, 2006, s.67-72. Amerika
[17] Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Çeviren. Mehmet Ali Kılıçbay. Gece Yayınları, Ankara, 1991, s.XI
[18] age, s. 73
[19] age, s. 79

Hiç yorum yok: