Bu yazı Üç Ekoloji dergisinin 2011 tarihli 9. sayısında yayınlanmıştır.
Ümit Şahin
Rudolf Bahro 80’li yılların başlarında kurucularından olduğu Alman Yeşiller Partisi’nden uzaklaşmasıyla aynı anlarda yeni bir komün kültürünü vazetmeye başlamıştı. Hemen şimdi (ama zorunlu olarak kendi çevresiyle, ya da kendine benzeyen bir azınlıkla sınırlı olarak) yeni yaşam alanları kurmayı amaçlayan deneyimler hippi alt kültürünün uzantılarından biri olarak ABD’deki Vietnam savaşına karşı hareketin de araçlarından (aynı zamanda da sonuçlarından) biriydi. Askere alma kağıtlarını yakan 68 kuşağının uzun saçlı çocukları, en tanınmış örneği Tennessee’deki The Farm olan, kurtarılmış yerleşim yerleri kuruyorlardı. Pasifist bir savaş karşıtlığı anlayışı (ya da saf şiddetsizlik), mülksüzlük, vejetaryenlik ve yarı dinsel bir cemaatçilik anlayışı, bu yeni komün hareketini belirliyordu. (En radikal politik olanı, en politikadan uzak şekilde kurgulamanın estetiği...)
Ümit Şahin
1- “Sadece günlük işlerimizde değil, politik olarak yaptığımız pek çok şeyde de uygarlığımızın ölümcül bağlamını yeniden üretiyor, ya da en azından dolaylı olarak onaylıyoruz. Hanüz atlıkarıncayı döndüren mili yerinden çıkartmış değiliz. Henüz gerçekten farklı bir kültürün, barış kültürünün toprağını üretmeye başlamış değiliz.”
Bizi ekolojik yaşam deneyimlerine, geçiş kasabalarına
veya ekoköylere sürükleyen, ya da böyle bir özlem duymamıza sebep olan şey sadece
yediğimiz gıdalardaki zehirler mi, yoksa bütün bir uygarlık anlayışından ve
onun yarattığı (sadece üretim ve tüketim değil) yaşam ve ilişki biçimlerinden de
mi kaçmak istiyoruz? Bir de şunu sorabiliriz: Bu tür ekolojik yaşam deneyimleriyle
politik mücadele arasındaki gerilimi ne yaratıyor?
Rudolf Bahro 80’li yılların başlarında kurucularından olduğu Alman Yeşiller Partisi’nden uzaklaşmasıyla aynı anlarda yeni bir komün kültürünü vazetmeye başlamıştı. Hemen şimdi (ama zorunlu olarak kendi çevresiyle, ya da kendine benzeyen bir azınlıkla sınırlı olarak) yeni yaşam alanları kurmayı amaçlayan deneyimler hippi alt kültürünün uzantılarından biri olarak ABD’deki Vietnam savaşına karşı hareketin de araçlarından (aynı zamanda da sonuçlarından) biriydi. Askere alma kağıtlarını yakan 68 kuşağının uzun saçlı çocukları, en tanınmış örneği Tennessee’deki The Farm olan, kurtarılmış yerleşim yerleri kuruyorlardı. Pasifist bir savaş karşıtlığı anlayışı (ya da saf şiddetsizlik), mülksüzlük, vejetaryenlik ve yarı dinsel bir cemaatçilik anlayışı, bu yeni komün hareketini belirliyordu. (En radikal politik olanı, en politikadan uzak şekilde kurgulamanın estetiği...)
Bahro’nun çarpıcı vaazı hepimizin en korkutucu
kabusunu tanımlıyor. Muhalif olarak yaptığımız her şeyde, aslında solumak
istemediğimiz öldürücü havayı yeniden üretmenin, kurtulmaya çalıştığımız şeye
katkıda bulunmanın, sistemin esiri olmanın eşiğine gelmek! (Eğer yok etmek
istediğimiz sistemi çizginin kendi olduğumuz tarafından bilerek ve isteyerek
yeniden kurmuyorsak tabii...)
2- “Yanıtını aradığımız soru sistemin kötü çalışıyor olması (ekonomik
kriz, işsizlik, vb.) değil, daha çok hiçbir surette çalışmaması. Şimdiye dek
kriz, bununla ilgili olarak bize kullanabileceğimiz ve kullanmak zorunda
olduğumuz fırsatlar veren en umut verici şey. Biliyoruz ki bir daha asla tam
istihdam diye bir şey olmayacak. (...) Fakat bizim bakış açımıza göre, genç
insanlar için iş yaratmayı, çıraklık eğitimi vermeyi, onları kapitalist endüstriyel
sistemin büyük ölçüde amaçsız ve hepsinden öte temelden yanlış olan ücretli
emek perspektifine ve onun bürokrasi ve hizmet sektörlerine uyum sağlayacak
şekilde eğitmeyi istemek gericilik olurdu. Genç insanlar hemen şimdi,
sosyalleşmelerini tamamlayabilmek için geçiş yapacakları yeni ve farklı bir
hayat bağlamına ihtiyaç duyuyorlar.”
Kapitalizmin yedek iş gücü depoları da, sosyalizmin
tam istihdam ideali de bireyi emek gücüyle tanımlıyor. Emek gücüyle var
olmakla, mesleğiyle tanımlanmak arasında bir bağ var. Ivan Illich’in
profesyonel (ve köreltici) mesleklerinin biçimlendirdiği toplumla, emek gücünün
planlanıp piyasaya arz edildiği toplum, aynı toplum. Hepimiz bu toplumda
kendimize yer bulmaya çalışıyoruz.
Bu oyunu reddetmenin kapitalist sanayi toplumundaki
adı “marjinalize olmak”. Sisteme dahil ol(a)mayanlar, şehirlerin ara
sokaklarına, arka mahallelere, ya da en göz önünde olup en görünmedikleri
meydanların kirli köşelerine hapsediliyorlar. “İş arayan bir işsiz” olmadıkları
sürece istatistiklerde de yer almıyorlar.
Ekolojik yaşam, endüstriyel sistemin insan kaynakları
servislerini ve gazetelerin iş ilanlarını reddetmenin bir yolu olamaz mı? (Eğer
iyi bir okuldan diploması, saygın bir mesleği ve “ekolojik yaşamayı tercih
edebilecek kadar” geliri olanların oyun alanı olursa olamaz elbette.) (Ekolojik
yaşam deneyimini böyle mi tanımlıyoruz?) Ekolojik yaşam köreltici meslekleri ve
emeğini satmayı reddederken, sistemin arka sokaklarında marjinalize olmayı da
reddedenlerin parıldadığı yeni bir varoluş alanı haline gelebilir mi?
Bahro’nun hayalindeki yeni hayat bağlamı kırda veya
kentte (ya da daha iyisi ikisinin kesiştiği, geçişli bir hal aldığı, hem orada
hem burada olmanın başarıldığı bir alanda) kendi tahılını üretip kendi ekmeğini
pişirirken, kendi müziğini de yapanların kurduğu, sisteme dahil olmamanın
sistemin hayalinde dahi yer almamak olduğu bir hayat bağlamı olabilir mi? Bu
hayat (yüce gönüllü değil) biraz da mecburi bir tercih olabilir mi?
3- “Ekonomik çöküşe karşı çıkarken, psikolojik çöküşü buyur edemeyiz. En
iyisini yapabilmek için bütün bir süreci harekete geçirmeye karar vermeliyiz ve
toplumsal sorunların çözümüne yapacağımız katkıyı bu yeni başlangıç noktasından
temellendirmeliyiz.”
Ekolojik bir gelecek kurmayı, sağlıklı ve organik
gıdalar tüketmekle, ambalajdan, atıktan, işlenmiş ürünlerden mümkün olduğunca
uzak kalmakla, doğayı tahrip etmeyen şekilde tatil yapmakla, et yememekle, ya
da az yemekle, araba kullanmayıp uçağa az binmekle başarabilir miyiz? Bu yeni,
daha rafine ve daha yeşil yaşam biçimi çekirdek burjuva kültürünün içinde iyi
meslekler icra edip, daha iyi (daha kaliteli) tüketmek demek değil mi?
Ekolojik çiftlikler, organik üretim merkezleri ve
bunları alan, dağıtan ve satanlar da bu daha rafine ve daha yeşil yaşam
biçimini mümkün kılacak girdiler sağlamış oluyorlar. Üretenler, ticaretini yapanlar ve tüketenler.
Hayatın örgütlenmesine dair hiçbir şeyin değişmediği, ama üretim tarzlarıyla
tüketim alışkanlıklarının yenilendiği bir alter-endüstriyalist sistem.
Bahro’nun komünler vazederken, aynı burjuva çekirdek yaşam biçimine girdi
sağlamaktan söz etmediği ortada. O halde ekolojik deneyimi tüketici bireyi
besleyen değil, tüketici bireyi ortadan kaldıran bir şey olarak tanımlamak gerek.
(Bütün bir süreci harekete geçirmek... Aksi takdirde psikolojik çöküşü buyur
etmek...)
Peki bir yandan politik mücadeleyi reddedip, bir
yandan da yanılmaz biçimde doğru yerde durabilmenin dayanılmaz çekiciliği ne
olacak?
4- “Komün perspektifini tercih etme kararı, ‘kurumlar üzerinden uzun
yürüyüş’den oldukça uzun bir yol gitmeyi varsayarken, devlet yoluyla mümkün
olandan çok daha derin bir yeniden örgütlenmeyi de tasavvur eder. Bombanın
Demokles kılıcının altında ibresi artık gece yarısını gösteren saate bakarken,
hala zamanımız olduğuna güveniyor ve buna mekanik bir saat düzeneğinin karar
verebileceği düşüncesini reddediyoruz. Bir deney yapmaya cesaretimiz var,
yalnızca şu veya bu komün uğruna değil – gerçi bir daireden bir başkasına
taşınır gibi hızlı olamayacağız -, ama uygarlığın şu andaki makbul normlarının
ve kariyer yollarının ötesinde ilkeleri olan bir yaşam için. (...)
Komünlerin, toptan imha tehlikesini kökünden söküp atacağı
anlayışı her ne kadar bizi peşinden sürüklese de, kendi yaşayacağımız dönüşümün
kazandıracağı psikolojik ödül, kendimize verdiğimiz en derine işlemiş sözdür ve
bize motivasyon sağlar. Komün örgütlenmesini antropolojik olarak en uygun biçim
olduğu gerçeği üzerine bina ederiz – ya da diğer düzenlemelerle karşılaştırıldığında-
insan doğasına daha yakın olduğu, her şeyden önce hem nörotik bireyler yaratan
aileden, hem de yabancılaştırıcı büyük kuruluşlardan kurtulmamızı sağladığı,
bununla birlikte itaat etmeye yönelik içsel baskıları yeterli dışsal temasla dengelendiği
gerçeği üzerine de... Komün ayrıca toplumsal güçlerin kontroluna en kolay izin
veren sosyal biçimdir.”
1968’i yeşil harekete taşıyan en önemli isimlerden Rudi
Dutsckhe’nin (Gramsci’den ilhamla geliştirdiği) “kurumlar üzerinden uzun
yürüyüş” sloganı, aslında uzun bir devrim sürecini (radikal bir dönüşümün
sistemin içinden dışına doğru, kültürel ve siyasi olarak, gerçekleşmesi anlamında) anlatır.
Hedeflediğimiz, özlediğimiz, varmak istediğimiz
dünyayı, kendimiz ve çevremizdekiler için gerçekleştirmeye başladığımızda,
kurumların dışına çıkmaya, ya da en azından kurumların içinden dışına doğru
yürümeye başladığımızda, sistemi kırmaya ve dönüştürmeye başladığımızda, kurduğumuz
düşü gerçek kılmaya başladığımızda, yeni bir dünya kurmak isterken varolan
dünyayı görmezden gelmeye, en azından bize değmeyecek kadar uzağa taşımaya
başladığımızda temizlenmiş olur muyuz?
Hazır gıdaları, otomobilleri ve tüketim kültürünü
dışımıza iterken devleti, okulları ve “genel ahlakı” içimizde taşımaya devam
edebilir miyiz? Ekolojik yaşamın örgütlenmesi de en az içinde ne olduğu kadar
önemlidir. Bahro komün yoluyla yeni bir dünya kurmak için hala zamanımız
olduğunu söylediği anda, aslında bütün bir toplumu o komünler için hazır hale
getirebileceğine inanan bir parlementarizm kök salıyordu. Bahro, sistemle
uzlaşan bu siyasi anlayışı mahkum etti ve partisinden koptu.
Ekolojik yaşamın en büyük çıkmazı, kimsenin karşı
çıkamayacağı bir saflık (arı, duru ve temiz bir saflık) yaratmasında. Elbette
organik gıdalar, elbette doğaya en az zarar vererek yaşamak, elbette temiz
kırlar, elbette yemyeşil köy yaşamı, elbette birey değil toplum, elbette diğer
canlıların yaşam hakkı, elbette et yememek kötü bir şey değil, elbette... (Bizim
düşmanlarımız da bize düşman mı acaba?)
Bu kolay elde edilen saflığı muhafaza edebilmek için
neyle uzlaşıyoruz peki? Yaşayacağımız içsel dönüşümün mutluluğu hangi toplumsal
dönüşüm ihtimalini feda etmemizi (ya da toplumsal bir dönüşüm için verilecek
mücadele yüzünden sistemin içinde kalmanın ve sistemin kirli havasını solumaya
devam etmenin yaratacağı iç bulantısından bir an önce kurtulmamızı) emrediyor?
Kurumların üzerinden geçip, her birine teker teker
nüfuz ederek uzun bir yürüyüşle sistemi değiştirmek (ve kurumların içinden
geçerken takılıp kalmayı, dökülmeyi, azalmayı, kirlenmeyi, hayal kırıklığına
uğramayı ve lanetlenmeyi göze almak) yerine daha uzun bir yol tutmamızı, o sistemleri
kendi haline bırakıp (çürümeye, yıkılmaya? kriz!), kendi kurumlarımızı
(komünlerimizi ve yaşam biçimlerimizi) oluşturmamızı vazediyor Bahro. Sonra da
Joshua’yı yanımıza alıp Jericho surlarının karşısına oturur, derin bir nefes
almayı ve beklemeyi deneyebiliriz. (Yıkıl!)
5- “Komün yeni ve daha ekonomik bir yaşam biçimi için temel toplumsal
biçimdir (ya da söylendiği gibi “yerel” yaşam biçimi). Amacı geçim araçlarının
üretimi değildir – ister tarımsal, isterse endüstriyel bir yolla, kırda ya da
kentte-, amacı komün tipi toplulukları yeniden üretmektir. (...) Tarihsel ve
güncel deneyimler bize komünlerde dişil unsurun topluluk işlerinin aşağıdan
yukarıya düzenlenmesine nüfuz ettiğini; büyük bir örgütlenmede, hakim olan
rasyonalite biçimi ve iş bölümüyle kadınların özgürleşmesinin imkansız olduğunu
gösteriyor.”
Eğer kurmaya başladığımız şey gerçekten yeni bir
toplumsal biçimse, bunu toplumsal mücadeleden süzülüp gelerek başarmamız
gerekiyor. Üreteceğimiz yaşam biçimi kendini çoğaltan bir karaktere sahip olacaksa,
sadece örnek yaratmaya değil, yayılmaya, dağılmaya, genişleyip birbirine
bağlanmaya, yarattığımız noktaların ve aralardaki görünmez çizgilerin sessiz
bir haritada Hakim beyin korsan adaları gibi ışıldamaya başlamasını sağlamaya
cesaret etmeliyiz.
Odağı kaydırmak gerekiyor belki de. Üretilen üründen,
o ürünün hangi toplumsal bağlamda üretildiğine... Üretimde kullanılan
araçlardan, üretenlerin gördüğü rüyalara... Üreten kişilerden, üretim sırasında
söylenen şarkılara... Kırdan kente veya kentle kır arasındaki geçişli alana...
(Burjuva çekirdek yaşam biçiminden kır komününe
geçilebilir mi?)
6- “Komünün işlevi, dışsal olarak da, birincil anlamda ekonomik değildir.
Ne iş yaratmak, ne refah devletinin sorumluluğunu kopya etmek, ne gıda üretmek,
vb., toplumun bakış açısından bir bütün olarak onun amacı olabilir. Ama diğer
şeylerle birlikte bütün bunları da yapar.(...) Komünün özerkliği en yüksek önceliktir.
(...) Ama dışarıdan para desteği, arazi fiyatlarının yüz kızartıcı düzeyde
yüksek olması nedeniyle işleri kolaylaştırsa da, belirleyici öneme sahip
olmayacaktır. Para bulunacaktır, özellikle de para sahibi çevrelerden insanlar
dahil oldukça. Yeni yol için gereken “ilkel birikimin” aşılmaz güçlüklerinin
görüldüğü yer, genellikle insanların önceki varoluş zeminlerini terketmeden ek
bir alan arayışında oldukları yerdir. Burada doğal olarak pek çok farklı geçiş
tipi olacaktır. İlkesel olarak, deneyimler bize, özelliklede bu durumda, atasözünün geçerli olduğunu
gösteriyor: İstediğin zaman bir yol bulunur.”
Bir komün deneyimi hayal etmek, ancak yaşam boyunca
kazanılmış tüm kariyer, mülk ve konfor birikimini terk etmeye hazır olmakla
mümkün gibi görünüyor (tam olarak terk etmek gerekmese de). Kaybedecek çok şeyi
olanlar, ya da kaybedecek şeyleri olsun diye bir hayat kuranlar için,
mülksüzleşme (ya da kolektif bir mülkiyetin içinde erime, kendi benliğini
geride tutma, bu anlamda yalnızca sadeleşme değil aynı zamanda arınma da)
sadece pek tercih edilir olmamakla kalmıyor, aslında imkan dahiline de
girmiyor. Bu noktada da bir şekilde finanse edilen ekolojik yaşam deneyimleri
ve bunların politik ortaklıklar olarak tanımlanması gündeme geliyor.
Her türlü ekolojik deneyim ihtimalini ancak toplumsal
mücadelenin insanları birleştirdiği eklem yerlerinden üretmek, bu da bu eklem
yerlerini açık ve erişilebilir kılmakla mümkün. Ya da yeni bir kuşağın yeni bir
yol bulması, eski kuşakların bu yeni yolu görmesi, tanıması, anlaması (ya da
sadece taklit etmesi) gerekiyor.
Belediyelerin, kar amacı gütmeyen şirketlerin ve
vakıfların finanse ettiği deneyimler (örneğin geçiş kasabaları ya da ekolojik
çiftlikler) yol açıcı örnekler, laboratuar alanları ve kılavuz çizgileri
yaratabilir. Aynı permakültürün öncülerinin başardığı mucizeler gibi. (Mucizeler
yeni dinlerin doğmasına yardımcı olabilir, ama hiçbir din, mucizelerin
tekrarlanmasından oluşmaz.)
7- “Komünün endüstriyel Golyat’a karşı oluşturduğu gerçek alternatif ekonomik
değil kültürel niteliktedir.”
Ekolojik yaşam denemelerinin bir antikapitalist
alternatif yaratması, güzel bir ihtimaldir. Kapitalizmin doymaz iştahına karşı
yetinmenin ve sadeleşmenin güzelliği, bireyin kabuğuna itildiği tüketim
kültürünün geçim ekonomileriyle yer değiştirdiği örnekler yaratmanın güzelliği.
Ama bir de Anadolu kültürü miti var!
19. yüzyılda Avrupa’nın romantik şairleri, bestecileri
ve ressamları sanayi toplumunun gaddarlığına karşı direnişin ruhunu kırda,
gelenekte, otantik kültürde aradılar. Ama insansız doğa düşüyle pagan
efsanelerinin karşılaştığı yerden parlak bir sanatla beraber sefil bir felsefe
ve siyaset de çıktı. Çünkü ekonomik belirlenimciliğe sırtlarını dönerken,
aslında tarihin acımasızlığını da hafife alıyorlardı. Yücelttikleri o saf köylü
imgesinin, kır yaşamına dönüş ütopyasının ve romantik öfkenin bitişi önce savaş
ve yıkımla, ardından faşizmle oldu.
Yeni bir komün kültürü, yeni bir kolektif yaşam
beklentisi için, tarihe dönüp bugüne oradan bakmak gerekiyor. Bu bir yandan da
yeni doğması gereken kültürü yoktan var etmek anlamına gelebilir.
8- “Neredeyse bin beş yüz yıl önce Benediktenler, Antikite’nin çöküşünden
doğan yeni Batı kültürüne sadece en zirve noktasında toplumun %30’unu içine
alan, çok önemli bir ekonomik itici
kuvvet sağlamadılar. Her şeyden öte, o zaman güncel olan ve yaptıkları şeyin
bütün toplumsal yayılımının bağımlı olduğu yeni düzenin kültürel sentezini –
önce dua et sonra çalış diyen- mediatif bir temelde garanti altına aldılar. Bütün
tarihyazıcılarının kabul ettiği gibi manastırlardan gelen entelektüel itici
güç temelde tinsel bir güçtür. (...)
Bizim de yeni bir Benedikten düzene ihtiyacımız var. Bu da ancak toplumsal
olarak etkili bir biçimde komün tarzı bir çerçeve içinde yeşerebilir.”
Bahro en çok bu yüzden eleştirilmişti. Eski bir
Marksist, yeni bir din vazediyordu! Oysa belki de dürüst olmanın gereği buydu.
Tarih boyunca radikal kopuşların dindışı bir çerçeveye sığdığı görülmez. Bunun
şimdi mümkün olduğunu düşünmek bile bilimin ve teknolojinin tarihi değiştirme
gücüne dair naif bir inanç değil mi?
Aslında yaşadığımız sistemin yıkıcılığını kabul
ederken dinsel düşünme biçiminden ne kadar ayrıldığımız şüphelidir. (Tüketim
toplumunu tanımlarken kullandığımız her kategori bir noktadan “yedi ölümcül
günaha” değiyor: Açgözlülük, hırs, oburluk...) Günahtan ve günahkar olmaktan
kaçınmak, endüstriyel düzeni reddetmek için attığımız her adımda kendini
hissettirir. Yetinmeye inanırken, paylaşmaya inanırken, küçük ve doğaya
(Tanrıya!) daha yakın bir yaşam için sözlerimizi sıraya dizerken erdemli bir
hayat için arınırız. (Hiç durmadan tövbe etmek belki.)
Vejetaryen beslenme, hayvanların yaşam hakkına dair bir
inançtan kaynaklandığı halde, eksiksiz bir dinsel davranış biçimidir mesela.
(Sağlam bir dogma.) Et yiyen bir vejetaryen kirlenir, günah işler, et yemediği
zaman temizlenir, arınır.
Ekolojik yaşama inanmak. Belki de en çok bu dinsel düşünüşe
yakınlığı nedeniyle yaşama, yayılma, kök salma şansına sahiptir. (Tarih,
dindışının geçiciliğini göstermiyor mu bize?)
Yeni bir düzene, Bahro’nun manastır düzenine benzettiği
komün anlayışıyla (çalış ve dua et – ekolojistlerin toprağa oturması,
pantolonuna tırmanan bir böceği sessizce izlemesi...) varabilmek için önce
alçakgönüllü olmak gerekmiyor mu? Hayatın anlamını çözmek değil, ekolojik
yaşama inanç için asıl gereken. Doğanın düzenine (ekoloji!) sessiz bir itaat
belki de. (Kuşları izlemek, mevsimleri anlamak, ağaçların dilini çözmek.)
Ekolojik yaşamın mânasını çözmek için öğrenmek gereken
dille, Bahro’nun komünü için kurduğu dil aynı kapıya çıkıyor.
9- “Bu yeni Benedikten hareket en azından her ikisi de erkek egemenliğinin
temellerini kıran şu iki açıdan eskisinden farklı olacaktır: Tinsel kültür,
doğu despotizminden köken alan ve hiyerarşik bir kilise için tasarlanmış
baskıcı monoteistik Tanrı fikriyle bağlantılı olmayacaktır. Bu noktada
Yahudi-Hıristiyan gelenek kırılmalıdır. Neyse ki İsa’nın kendisi de en derin
anlamda kendisinin kuşaktan kuşağa geçen bu imgesinden ayrıdır. Toplumsal
örgütlenme de yine İsa’nın aynı şekilde kısmen yollarını ayırmış gibi göründüğü
Hıristiyanlığın Yakın Doğu ve aynı zamanda Helenistik kökenlerini işaret eden
cinsiyet ayrımıyla ve cinsel tahakkümle ilişkili olmayacaktır.”
Çoğu zaman aradığımız şey bir cemaati birbirine bağlayan
türde, herkesin içselleştirmiş olduğunu beklediğimiz değerlerdir.
Yadırgadığımız şey ise eski düzeni simgeleyen değerlere olan alışkanlık
düzeyindeki bağlılık. Belli bi ritüelden kopmamayı, belli bir dille konuşmayı,
inançlarımıza uygun bir yaşamı birileriyle paylaşmayı istiyoruz. Bunu
bulamadığımız zaman, ya da henüz inanç basamaklarının bizden biraz daha alt
basamaklarında duranlarla karşılaştığımız zaman inciniyoruz. Tam olmayan
inançlar bize yetmiyor. Tam olanı istiyoruz. Zaaf göstermeyeni, feda edeni,
özlediğimiz düzenin dilini konuşanı (en
azından dilini konuşanı) arıyoruz.
Aslında çok şey istediğimiz söylenemez. Ama
istediğimiz şeyin dindışı bir atmosferde soluk alıp verme şansı olmadığını
anlamamız gerekiyor. Belki Bahro da bunu diyor. Aksi takdirde yaşayacağımız
hayal kırıklıkları bizi deneyimlemek istediğimiz hayatın mümkün olmayacağı
duygusuyla hiçliğe sürükleyebilir.
Ekolojik yaşamı gerçekte kurabilmenin yolu radikal bir
kopuştan geçebilir. Kendimizden de.
10- “Başlangıçta bir tek şeye dönüşecektir: Bireysel olarak kararlarını
veren, kendilerini ve bir projeyi hazırlayarak çevrelerinde kendileri gibi
mücadeleci bir çevre oluşturan başlatıcılar (kadınlar ve erkekler), olmalıdır.
Eğer şimdi değilse, ne zaman olgunlaşacak?”
Belki de bize yeni bir din lazım.
* Tırnak içindeki alıntıların tümü “Dare to Form Communes” başlıklı yazıdan seçilmiştir. – Rudolf Bahro, Building the Green Movement, New Society Publishers, 1986, s.86-91. Yazı burada olduğu gibi 10 başlık altında numaralandırılmıştır. Tercümeler bana ait.
* Tırnak içindeki alıntıların tümü “Dare to Form Communes” başlıklı yazıdan seçilmiştir. – Rudolf Bahro, Building the Green Movement, New Society Publishers, 1986, s.86-91. Yazı burada olduğu gibi 10 başlık altında numaralandırılmıştır. Tercümeler bana ait.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder