Bu yazı Çernobil felaketinin 19. yıldönümü olan 26 Nisan 2005'de Birgün gazetesinde yayımlanmıştır.
(Fotoğraf: Özgür Gürbüz, Çernobil, 23 Nisan 2006)
Dr. Ümit Şahin
Bilim, algılanması güç neden sonuç ilişkilerinin ortaya çıkarılmasında çoğu zaman elimizdeki tek araçtır. Örneğin iklim gibi bir olgunun uzun süreli zamansal gidişini izlemediğimiz, ölçüm ve istatistik becerilerini kullanarak elde ettiğimiz sonuçları bilimsel bir şekilde yorumlamadığımız zaman küresel ısınma gibi hayati bir sorunu ortaya koyamıyoruz. Ne var ki aynı bilim, bazen çok açık kimi neden sonuç ilişkilerini gizlemek ya da önemsizleştirmek için de kullanılabiliyor. Bugün üzerinden tam 19 yıl geçen ve dünyanın en büyük çevre felaketi sayılan Çernobil nükleer santral kazasının sonuçları üzerinde yürütülen bazı tartışmalar ne yazık ki bunun açık örneklerinden biri haline gelmeye başladı.
Çernobil’de patlayan ve Hiroşima’ya atılan atom bombasının yaklaşık 500 katı radyasyon yayan nükleer santral, 26 Nisan 1986’dan bu yana etkilediği geniş bir coğrafyada insan ve çevre sağlığı üzerinde ciddi etkilerde bulunmaya devam ediyor. Felaketten en büyük zararı gören Ukrayna ve Beyaz Rusya’da yüz binlerce kişinin kanser ve diğer hastalıklara yakalandığı Dünya Sağlık Örgütü başta olmak üzere pek çok yerel ve uluslararası kuruluş tarafından bildiriliyor. Sadece Beyaz Rusya’da Çernobil’e bağlı 50 bin yeni çocukluk çağı tiroid kanseri beklendiğini bildiriyor Beyaz Rusya Sağlık Bakanlığı yetkilileri. Aynı şekilde Ukrayna Sağlık Bakanlığı, 2004 yılına kadar Çernobil’e bağlı nedenlerle hastaneye yatırılan kişi sayısının 452 bini çocuk olmak üzere 2,3 milyonu bulduğunu bildiriyor.
Kazadan sonraki günlerde Çernobil’den yayılan radyoaktif elementlerle yüklü bulut önce Avrupa’nın kuzeyini, daha sonra da Orta Avrupa ve Türkiye’nin kuzey kıyılarının da aralarında bulunduğu geniş bir coğrafyayı etkisi altında bırakmıştı. O günlerde radyoaktif serpinti haritası ayrıntılı olarak çıkarılamadı, yine de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından yapılan oldukça kaba ölçüm sonuçları, bazı yabancı araştırmacıların bulguları ve daha sonraki yıllarda yapılan modellemelerle birleştirildiğinde, yağan yağmurların da şiddetini arttırdığı bir radyoaktif serpintiyle karşılaştığımız açık. Fiziksel yarılanma ömrü yaklaşık 30 yıl olan sezyum 137 başta olmak üzere radyoaktif elementlerin o dönemde hem doğrudan ışıma yoluyla, hem de topraktan besin zincirine geçerek bitkiler ve hayvansal ürünler yoluyla tüm canlıları ve insanları radyasyona maruz bıraktığı kesin bir gerçek. Kesin olmayan, nüfusumuzun ne kadarının, hangi dozda ve ne kadar bir süre radyasyona maruz kaldığı. En fazla etkilenen Trakya ve Karadeniz kıyılarında, İstanbul da dahil olmak üzere 20 milyona yakın kişinin yaşadığı düşünülürse, önemli bir nüfusun (hatta yiyecekler yoluyla diğer bölge insanlarının da) en azından 1986’dan sonraki birkaç yıl boyunca az ya da çok radyasyona maruz kaldığını söyleyebiliriz.
Karadeniz bölgesinde kanser vakalarının sayısındaki artışla ilgili verilen bilgiler son derece çarpıcı ve değerlidir. Bazı yerlerde her ailenin birkaç ferdinin kansere yakalandığı ya da kanserden yitirildiğinin bildirilmesi azımsanacak bir bulgu sayılamaz. 1986’nın üzerinden geçen yaklaşık yirmi yılda radyasyona bağlı kanser oluşumu için beklenen süre de artık dolmaya başlamıştır. Bu konuda yapılan resmi açıklamalar ise bilimin gerçekleri örtmek için kullanıldığını gösteriyor. TAEK’in Trakya ve Doğu Karadeniz’de insanların Çernobil’den etkilenme düzeyi olarak ilan ettiği “ortalama” 0,6 mSv’i veri kabul ederek hesap yapan bazı bilim insanları bunun kanser insidansında yüz binde 1 oranında artışa neden olacağı sonucuna varmışlar. Bu hesapların hangi yöntemle yapıldığını bir an sorgulamasak bile, yola çıkılan 0,6 mSv düzeyinin “ortalama” gibi bu durum için tamamen bilimsellik dışı bir veri olduğunu görmemek olanaksızdır. Binlerce kilometrekarelik bir coğrafyada serpintinin kimi yerlere çok, kimi yerlere az düşeceği, kimi yerlere hiç düşmeyeceği kesin olduğuna göre, nasıl olur da kaba bir ortalama alıp bunu milyonlarca insan aynı doza maruz kalmış gibi hesap konusu yaparsınız? Bu dört kişilik bir ailede bir kişi günde bir paket sigara içtiği zaman her aile ferdinin günde beş sigara içmiş olacağını, bu nedenle akciğer kanserine yakalanma risklerinin düşük olduğunu söylemek kadar saçma bir iddiadır. Elbette bazı kişiler çeşitli nedenlerle çok yüksek ışınıma maruz kaldılar ve bugün Karadeniz’deki kanser hastalarına 1986 yılının ikinci yarısından sonra nerede yaşadıklarını sorarak başlamak iyi bir bilimsel yaklaşım olabilirdi. Oysa bizim üniversitelerimizdeki araştırmacılar ve Sağlık Bakanlığı yetkilileri 1986 öncesi kanser sayılarına sahip olmadıkları gibi bir gerekçeye sığınarak ve bazı başka yetersiz veri gerekçeleriyle bu kanser vakalarının Çernobil’e bağlanamayacağını söylemenin bilimsellik olduğunu sanıyorlar. Bugün Karadeniz başta olmak üzere Türkiye’nin her yerinde artan kanser vakalarının en önemli nedenlerinden birinin - kuşkusuz sigara ve çevremizdeki ve gıdalardaki toksik kimyasallar ile birlikte- Çernobil’den yayılan radyasyon olduğunu söylemek hiç de yanlış değildir.
İki gün önce Tarbzon dernekleri tarafından düzenlenen bir panelde TAEK Nükleer Bilgi Birimi başkanı Gül Göktepe’nin tüm bu olguları reddetmek ve etkisini azaltmak için halkın Çernobil’den aslında büyük ölçüde psikolojik olarak etkilendiği, korktuğu ve paranoyakça bir tepki verdiği anlamında “Çernobil Sendromu”ndan bahsetmesi, bilimin ve uzmanlık kariyerinin devlet erkiyle birleştirilerek nasıl halkı yanıtmak ve gerçekleri çarpıtmak için kullanılabileceğinin açık bir örneğidir. Kendilerinin hiçbir kabahati olmayan bir nükleer kazanın Ukrayna ve Beyaz Rusya’daki etkilerini bile az göstermeye çalışmanın (ki bu ülkelerin sağlık bakanlıklarının verdiği rakamları bile reddetmektedirler) ve Türkiye’deki olası etkileri bütünüyle ve ısrarla inkar etmenin sadece iki açıklaması olabileceğini düşünüyorum: Birincisi, halkın Çernobil kazasının sonuçlarını anlamasının Türkiye’ye sokmaya çalıştıkları nükleer santrallerin imajını sarsacağını düşünmeleri ve bağnazca bir nükleer santral yanlılığıyla Çernobil gibi bir felaketi bile küçük göstermeye çalışmaları. İkincisi, şimdi yönetiminde bulundukları TAEK’in 1986 ve sonrasında halkın radyasyona daha az maruz kaması için gerekli önlemleri almadığının farkında oldukları için kurumlarının suçlarını gizleme telaşıyla toptan bir inkar ve çarpıtma politikası izlemeleri. O zamanlar Çernobil radyasyonundan Türkiye halkını bütünüyle korumak olanaksızdı elbette, ama bu, zamanın TAEK yetkililerinin aymazlık içinde çay, fındık gibi en kritik ürünleri bile tüm Türkiye’ye tükettirip, almaları gereken en basit tedbirleri bile çok kısa sürelerle sınırlayarak riski belki onlarca veya yüzlerce misli arttırmalarının getirdiği sorumluluğu azaltmaz.
Bugün üniversitelerdeki bilim insanlarının, Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Dairesi yetkililerinin ve hatta TAEK’in yapması beklenebilecek tek şey, “Çernobil Sendromu” gibi teşhisler uydurmaları değil, kanserin son yıllarda izlediği zamansal artış eğilimiyle Çernobil radyasyonundan etkilenme olasılığı haritasını bilimsel olarak çakıştırma yöntemleri geliştirerek, sonuçları hafifletmeye çalışmadan, bir neden sonuç ilişkisi yakalamaya çalışmalarıdır. Üniversitelerin YÖK baskısı olsa da olmasa da sus pus olduğu bugünlerde gerçekçi bir çağrı olmayabilir bu, ama bilimi ve uzman sıfatlarını kullanmayı düşünen tüm bilim insanlarının başka bir seçeneği bulunmamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder