Bu yazı Varlık dergisinin Ağustos 2006 tarihli 1187. sayısında yayınlanmıştır.
Ümit Şahin
Yaşadığımız dünyada, yarattığımız uygarlık içinde, her şeyin daha iyiye gittiğine, hiç olmazsa gidebileceğine inanıyor musunuz? İlerleme, gelişme, daha iyiye ve güzele evrilme, dönüşüm, birbirini izleyen devrimler... Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle de yirminci yüzyılın başlarında, ilerlemeye ve teknolojik gelişmelere duyulan hayranlığın konstrüktivizm gibi sanat akımları doğurduğuna, Bauhaus’da olduğu gibi sanatı teknikle birleştirerek demokratikleştirmek gibi iyimser fikirlerin bütün dünyayı etkisi altına aldığına, devrimci fikirlerin politikayı aşıp sadece edebiyatı ve sanatı da değil, bilim felsefesini, mimariyi, tıbbı ve hayatın her alanını etkilediğine inanmak bugün zor geliyor. Nazım Hikmet 1958’de “kendi kendimizle yarışmadayız gülüm / ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı / ya da dünyamıza inecek ölüm” diyordu, hala ölü yıldızlara hayat götürebilmek umudunu koruyarak, felaket beklentisini sadece bir uyarı olarak saklamayı hala becerebilerek. Oysa dünyamız uzunca bir süredir, kriz, çöküş, yozlaşma, yıkım, kapana kısılma, felaket, çözümsüzlük gibi sözcüklerin çokça kullanıldığı bir dilin etkisi altında. Kıyamet alametleri mi yaşadıklarımız?
Küresel bir ekolojik krizden sözetmeye başlamamızın üzerinden çok uzun süre geçmedi. Şöyle de diyebiliriz: Ekolojik krizle oldukça geç yaşlarda yüzleşen bir kuşak hala dünyada yaşayan insan nüfusunun belirleyici kısmını oluşturuyor. Çoğunluğu oluşturan genç kuşaklar ekolojik krizin içine doğdular, ama bu şimdilik birşeyi değiştirmiyor. Tıpkı dünya savaşlarını tam ortasında yaşayan kuşakların kıtlığın, şiddetin, yıkımın ne olduğunu daha iyi bilmesi, savaş sonrası kuşakların bu konularda daha kayıtsız olabilmesi gibi, bizden hemen sonraki kuşak da küresel ısınmanın ve gezegeni belki de yaşanmaz hale getirecek krizin ne olduğunu bizim hiçbir zaman farkına varamayacağımız kadar yakıcı bir şekilde anlayacak. Ama bütün bu kayıtsızlığımız, krizin sürekli hale geldiği bir döneme girmiş olduğumuz gerçeğini gizleyemiyor. Ekolojik kriz artık kapıda değil, kriz derinleşiyor ve biz o kadar da farkında değiliz. Bunun bilgi veya algıyla, ağır biçimde etkilenip etkilenmemekle, hatta belki politik olup olmamakla çok ilgisi var; ama belki, bu krizin nasıl görünür hale getirildiğiyle de ilgisi var.
İnsanlığın ekolojik krizin farkına varmaya başlaması 60lı yıllarda oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımdan kurtulmaya çalışan Batı dünyası, kayıp bir kuşağın yarattığı depresyonu ekonomik büyümeyle silmeye ve kapitalizm kendisine savaş sonrası yıkıntılarından bir ivme yaratmaya çalışırken, kısa sayılabilecek bir sürede yeni bir krizin içine düştü. Yeni kriz dalgasının başlangıcı genelde 1973 petrol şokuyla özdeşleştirilse de, aslında felaket ve çöküş beklentisi daha önceden kendini göstermeye başlamıştı.
Daha 1960’larda yazılan ve dünyanın artan insan nüfusunu kaldıramayacağı düşüncesini vurgulayan kitapların en ünlüsü “Nüfus Bombası” adını taşıyordu[1]. Aynı yıllarda uzaydan fotoğrafları çekilmeye başlanan yerküre, sınırlı kaynakları kendine yetmeyen ve insanların kendi atıklarının içinde boğulma tehlikesi geçirdiği bir “uzay gemisine” benzetiliyordu[2]. 1972’de yayımlanan ve eldeki kaynakların ekonomik büyümeyi desteklemesinin olanaksızlaşmaya başladığı tezi üzerine kurulu “Büyümenin Sınırları” isimli Roma Kulübü raporu, kaynakların hızlı tükenişiyle ekonomik büyümenin ve sürdürülebilirliğin tehlikeye girmesinin, yirmibirinci yüzyılın sonlarına doğru ağır bir çöküş getirebileceği uyarısını yapıyordu[3]. İngiltere’de yine 1972’de yayımlanan ve yeşil politikanın yolunu açan Edward Goldsmith’in ünlü kitabının adı bile “Hayatta Kalmak için Kılavuz’ idi[4]. Hayatta kalmak için mi? Demek ki sonumuz yakındı. Ortada yaklaşan bir felaket, yüzleşmek zorunda kalacağımız bir tür toplu yıkım tablosu vardı.
Ekoloji hareketleri bu tuhaf kıyamet söyleminden doğdu denebilir. Çevre hareketlerinin topluma yönelik uyarılarının dozu arttıkça, söylem kıyamet uyarılarına daha da yaklaşır örneğin. Peki ama kim inanır kıyamete, ya da kim kaçınmak ister kıyametten? Kıyamete inananlar onu en çok özleyenler değil midir? Bütün bir Yahudi-Hıristiyan eskatolojisi, hatta Müslümanlar’ın aynı gelenekten gelen, ama çok daha orta yolcu bir hal alan yeniden doğuş beklentisi kıyamet fikrinden beslenmiyor mu? Yoksa bu yüzden mi dörtnala ekolojik krizi derinleştirmeye devam ediyoruz? Kıyamet özlemi mi bizi yöneten?
***
Seküler bir düşünüş biçimine sahip olanların kıyamete yüklediği anlamın dinsel bir dilin geçerli olduğu dönem ve yerlerde yaşayanlardan farklı olduğu kesindir. Kıyamet “dünyanın sonunun” gelmesi olarak bilimselleştirilirse, yaklaşık 5 milyar yıl sonra güneşin ölecek (ya da sönecek) olması, hatta entropinin hızlanmasıyla evrenin bir süre sonra kendi içine çökecek veya ısı ölümüne uğrayacak olması nihai kıyamet olarak görülebilir. Büyük bir asteroidin dünyaya çarpması ya da dünyanın yörüngesini değiştirecek çapta beklenmedik bir kozmik olay bir başka “bilimsel” kıyamet senaryosu olarak anlaşılabilir. Giderek daha geri dönülmez bir hal almaya başlayan küresel ısınmanın dünyayı üzerinde yaşanamaz bir hale getirecek olması da bu ikinci tür beklenmedik senaryolara az çok benzetiliyor, üstelik iklim değişikliğinin belli bir eşiğin aşılmasıyla çok kısa bir sürede gerçekleşebilecek olması öngörüsü, yani ani iklim değişikliği, kıyamet senaryolarına çok daha benzer bir tabloyu gündeme getiriyor. Gerçekten de iklim değişikliği ve ekolojik kriz kıyametin yanı adı mı oluyor? Hayatta kalmak için yapmamız gerekenleri kabul etmek için daha ne kadar bekleyeceğiz?
Kıyamet günü, Kuran’da yazılanlara bakılırsa, ansızın gelecektir ve zamanını sadece Allah bilir: “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Onu vaktinde ancak O (Allah) ortaya çıkaracaktır. O göklere de, yere de ağır basmıştır. O size ancak ansızın gelecektir."[5]
İslam geleneği, kıyametin birdenbire kopacağını, kıyamet alametlerinin ortada olacağını, ama onları herkesin göremeyeceğini, kıyametin ne zaman kopacağını Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini ve kıyametle birlikte, yaşamış tüm insanların yattıkları yerden kalkıp sorguya çekileceklerini, sevaplarının ve günahlarının tartılacağını söylüyor. “Kıyamet'in kopması bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır.”[6] Üstelik “belki de kıyamet yakında gerçekleşir.”[7] Bu yüzden inanmış bir müslüman için kıyamet, Kuran’da da söylendiği gibi[8] belki korkulan bir şeydir, ama aslında Allah katına çıkılacak zamandır da. Kıyametin ne zaman kopacağını tartışmak bile yasak olduğuna göre[9], inanmış bir müslüman için, ya da dinsel referanslara hakim olmasa da, bu gelenekten geldiği için aslında algıları bu dilin içinde belirlenen birisi için, küresel ısınma ya da ekolojik krizin kıyamet metaforu içinde tartışılması bir şey ifade edebilir mi? Aslında kıyamet, bu kadar insan yapımı, alametleri bu kadar ortada, önlenmesi bu kadar “mümkün” bir olgu olabilir mi? Geleneğe göre böyle olması zor görünüyor.
Kıyamet söyleminin Yahudi-Hıristiyan yazınında çok daha önemli ve belirleyici olduğu söylenebilir. Ya da en azından İslam, kıyamet kurgusunu bu yazından, diğer çoğu ögeler gibi, biraz daha esnek, ya da yarım yamalak almıştır denebilir. Kıyametin, özellikle Hıristiyan yazınındaki yeri, Hıristiyanlığın yayılması sürecinde belirleyici önemdedir. Eski Ahit’te “Göklerin Tanrısı hiç yıkılmayacak, başka halkın eline geçmeyecek bir krallık kuracak. Bu krallık önceki krallıkları ezip yok edecek, kendisiyse sonsuza dek sürecek” denirken[10], kuşkusuz yeni bir Yahudi krallığından, yani çok daha dünyevi bir krallıktan yola çıkılıyordu. Ama bu, İncil’deki “Tanrının Krallığı” için hiç de önemsiz bir referans noktası sayılmaz. Yeni Ahit’in son kitabı olan Yuhanna’nın Vahiyler Kitabı (Apokalips), kıyametin yakın olduğuna dair esinlerden oluşan bir metin olarak Hristiyanlığın ilk yüzyılındaki havayı yansıtır.
Birinci yüzyılda kıyamet her an beklenen bir olaydır. İncil’de İsa’ya atfedilen sözler arasında bile, havarilerine siz bu dünyadan göçüp gitmeden dünyanın sonu gelecek dediği bulunur. Apokaliptik yazının asıl metinleri arasında asıl dört İncil’den de önemlileri, Tarsuslu Pavlus’un ve Yuhanna’nın metinleridir. Pavlus birinci yüzyılda, 50 yılları civarında Hıristiyanlığın bir din haline gelmesine neden olan asıl öncü havari ya da aziz olarak, Hıristiyanlara evlenmemelerini öğütlerken, bunu dünyanın sonunun yakın olduğu müjdesine bağlar. Dünyanın sonuna az kalmıştır, İsa geri gelecektir, bu yüzden köleler köle kalmalıdır, toplumsal düzeni değiştirmeye çalışmak boştur, kıyamet o kadar yakındadır[11]. İlk Hıristiyan topluluklar kendi yaşam süreleri içinde kıyametin geleceğine ve İsa’nın ikinci gelişini göreceklerine o kadar iman etmişlerdir ki, zaman geçip dünyanın sonu gelmeyince ve İsa ortada görünmeyince, aslında “apokaliptik” bir inanca sahip olan kilise, inanç yapısında değişikliğe gitmeye gerek görmüş, kıyamet beklentisini yayanlar Roma tarafından sapkın ilan edilmeye başlanmıştır. Çünkü Tanrının Krallığı, kilisenin düzeni sayesinde zaman içinde yavaş yavaş kurulacaktır artık. Kıyametin gelmesini beklemek kilisenin amaçlarına hizmet etmemektedir.
Hıristiyanlığın ilk yüzyılındaki bu apokaliptik inanç, yani iman edenlerin kıyameti göreceklerine, dolayısıyla hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmalarının gerekmediğine dair bu inanç, biraz ironik bir şekilde bu dünyaya çocuk getirmek doğru mudur tartışmalarını düşündürüyor insana. Öyle bir tarihsel ve kültürel hegamonya ki bu, toplumsal bellek aynı söylemi, çarpıtarak da olsa yeniden üretiyor. Kıyamet beklentisinin vazgeçilmez çekiciliği, şimdi de savaşlar ve ekolojik kriz üzerinden işliyor. Oysa bugün insan eliyle yaratılan bu yıkım tablosu, hiç de Mesih’in geleceğine dair bir umudu barındırmıyor içinde. Bu kadar keskin bir yokoluş öngörüsüne de kıyamet denemez herhalde.
***
İncil’deki Petrus’un ikinci mektubu işleri biraz belirsizleştirir, bir gün müdür, bin yıl mı, belirsizdir kıyametin gelmesi beklenen süre, tıpkı Kuran’daki belirsizlik gibi; ama sonunda kıyamet gelecek ve yeni düzen kurulacaktır: “Şunu unutmayın ki, Rab'bin gözünde bir gün bin yıl ve bin yıl bir gün gibidir. Bazılarının gecikmiş saydığı gibi Rab, vaadini yerine getirmekte gecikmez; ama size karşı sabrediyor. Çünkü hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor. Ne var ki, Rab'bin günü hırsız gibi gelecek. O gün gökler büyük bir gürültüyle ortadan kalkacak, maddesel öğeler yanarak yok olacak, yer ve yeryüzünde yapılmış olan her şey yanıp bitecek. Her şey bu şekilde yok olacağına göre, sizin nasıl kişiler olmanız gerekir? Tanrı'nın gününü bekleyip o günün gelişini çabuklaştırarak kutsallık içinde yaşamalı ve Tanrı yolunu izlemelisiniz. O gün gökler yanarak yok olacak, maddesel öğeler şiddetli ateşte eriyecektir. Ama biz Tanrı'nın vaadine göre, doğruluğun barınacağı yeni gökleri ve yeni yeryüzünü bekliyoruz.”[12]
İncil’in en ilginç bölümlerinden biri sayılan Yunanna’nın Vahyi’ne dönersek, buradaki Tanrının Krallığı fikrinin yüzyıllar boyunca Batı’nın Yahudi-Hıristiyan kültür temellerini beslediğini söyleyebiliriz. Yunanna’nın Vahyi, savaşlarla, kıtlıklarla, depremlerle, salgın hastalıklarla, ejderhalarla dolu bir metindir. Deccal gelir, yalancı peygamberle beraber dünyada bir tiranlık düzeni kurar, dünyaya hükmeder. Ta ki, kıyamet gelene, İsa beyaz atının üzerinde geri dönüp Tanrının Krallığı’nı ve yeni Kudüs’ü kurana dek. Birinci yüzyılın sonlarında yazılan Vahiy bölümü, Yeni Ahit’te olmasına rağmen Eski Ahit’teki Kudüs tapınağını yıkan Babil Krallığı’na göndermeler yaparak, ikinci tapınağı yıkan ve Yahudileri Filistin’den süren Roma’ya karşı tanrının zaferinin ilan edilmesiyle ilgilenir. Son zamanlarda dünya için gereğinden fazla önemli hale gelen bu yorum, Batı’da, özellikle de ABD’de son derece kritik konuma yükselen köktenci Evangelist Hristiyan mezheplerin, köktenci Yahudilerle birlikte ciddi ciddi Kudüs’ü kurtarıp üçüncü tapınağı kurma ve böylece kıyameti ve İsa’nın ikinci gelişini sağlama alma çabalarına kaynaklık ediyor. Dünyayı kana bulayan, Ortadoğu’da ve dünyada bütün dengeleri İsrail devletinin ve ABD’nin çıkarlarına göre çizen bu dinsel yorum, temelini bu apokaliptik inançta buluyor. Kendileri Deccal’e çok daha benzeyen bu insanlar, Kudüs’ü kurtarıp Tanrının Krallığı’nı kurmaya çalışıyorlar. Bu zihniyetteki bir yönetici eliti, dünyanın sonunu getirmesinden korktuğumuz küresel ısınma ve ekolojik kriz karşısında birşeyler yapmaları için uyarmak bir hayli ironik kaçıyor, tabii hala bunun için çaba harcayan kaldıysa.
Apokaliptik inancın Batı kültürü içindeki yansımalarını daha derinlemesine incelemek ilginç olabilirdi, özellikle de Haçlı seferlerinden Müntzer’in köylü isyanlarına, hatta binyılcılıktan felaket filmlerine kadar apokaliptik vizyon Batı kültürünün içine bir şekilde bu kadar işlemişken. Ama ekolojik kriz ve küresel ısınma, kıyamet alametleriyle özdeşleştirilen işaretlerini, popüler dile bu şekilde tercüme edilmeyi hak etmeyecek kadar net bir biçimde ortaya koyuyor. Bu işaretlere biraz daha yakından bakarsak gelmekte olanın kıyamet falan olmadığını, bizi ve bizden sonraki kuşakları beklemekte olanın kıyamet fikrine içsel bir tür kurtuluş umudu değil, üzerinde yaşamanın gittikçe güçleşeceği bir gezegen olduğunu görürüz. Dünyanın sonu gelmeyecek, hatta büyük ihtimalle insanlığın sonu da. Ama yoksullardan, ezilenlerden, yaşam şartlarını adapte etme yeteneği kısıtlı yer ve koşullarda yaşayanlardan başlamak üzere, dünya insanlar için giderek daha zor ve çetrefil bir yer haline gelecek. Olanak yaratanların çevrelerinde ördükleri surların duvarlarını tahkim ettikleri, bilim ve teknolojinin hep naif bir şekilde umulduğu gibi insanlığın değil, genelde olduğundan da fazla egemenlerin yaşamlarını sürdürmelerine hizmet ettiği “zor zamanlar” bizi bekliyor. Kıyamet tanrının işidir, ekolojik kriz insanlığın marifeti. Kıyamet yargı günüdür, Mesih’in döneceği umududur; ekolojik kriz umudun tükendiği, insanın mahkum olduğu doğayı kaybettiği nokta. Mesih’in mi dönmesi gerekiyor, yoksa insanlık mı geriye çekilmek zorunda?
***
İnsanın doğayı kendi dışında tanımlamasının ve ondan kopmasının üzerine, metalaşan doğanın intikamı geldi. Atmosferdeki karbondioksit miktarının sanayi devrimine kadar sabit kalıp, sonra bugüne dek neredeyse sabit bir hızla artması, bu artışın da dünyanın sıcaklığını giderek hızlanan bir şekilde yükseltmesi, bilimsel bir gerçek olmanın da ötesinde ilginç bir gösterge. İnsanlığın kurduğu sistem, dünya üzerinde yaşayan insan sayısının daha az olmasını tercih ediyor gibi görünen, ama sayısı kontrol edilemez biçimde artan bu insanların tümünün mümkünse aynı miktarda ve mümkün olduğu kadar çok mal ve hizmet, tabii bu arada petrol, kömür, su ve toprak tüketmesi gerektiğini savunan bir garip rasyonalite taşıyor. Doğanın kendisi tüketilirken, görünümleri de tüketiliyor, doğanın görünümlerini üretmek için bir yandan da doğayı daha fazla tüketmeniz gerekiyor. Bu tüketim döngüsü, herşeyin doğadan geldiği, insanın doğanın bir parçası olduğu düşüncesini bile aynı tüketim kültürünün motoru haline getirmeyi başarıyor. Ekolojik kriz, öylesine içimize işlemiş bir düzenin ürünü ki, krizi gerçekten farketmek ve krizin nedenlerini anlayabilmek, ancak sistemin dışına çıkmakla mümkün hale geliyor. Öte yandan insanın dünyadaki varlığının sorun kaynağı olduğunu savlayan görüşler giderek yaygınlık kazanıyor: Çünkü içine düştüğümüz durumun kendi seçimimiz olduğunu görmek istemiyor, bu içgörüden kaçınmak için her yolu deniyoruz.
Tıpkı kıyametin tanrının sorumluluğunda olması ve ekolojik krizin kıyametle özdeşleştirilmesinin böyle açık bir çarpıtma riski taşıması gibi, suçlunun “insan olma durumu” olarak gösterilmesi de, insanlığın seçim yaptığı, dolayısıyla tuttuğu yolun yanlışlığından kaynaklanan bir sorumluluk sahibi olduğu gerçeğini gizlemeye yarıyor. Tüketim üzerine kurulu bir düzende, insanlığın kalkınmaya, endüstriye ve ilerleme kültüne iman etmiş çoğunluğu, yine bir kurtarıcı beklentisi üzerine kurulu binlerce yıllık köklü bir yarı dinsel, zihinsel iklim içinde kendi geleceğinin sorumluluğunu almaktan kaçmaya devam ediyor. Oysa insan, yarattığı düzenle, yaptığı seçimle ve kendisi için oluşturduğu ahlaki yapının yardımıyla herşeyin nasıl geldiyse öyle gitmesini garanti altına almaya çalışıyor. Elbette soyunu sürdürebilmek, ama bir yandan da kurduğu egemenlik yapılarını, rolleri ve tabi olma durumunu sürdürebilmek için olumsallığı reddediyor.
Oysa böyle olmak zorunda değildi. Ekoloji, bize kaçınılmaz olanı gösteriyor. Hiçbir şeyin bedelsiz olmadığını, doğaya yaptığımız her etkinin, belli bir direnç ya da esneklikle, ama eninde sonunda bir yanıtla bize geri döneceğini. Kaçınılmaz olan ne evrenselleşen Batı uygarlığının gereksindiği zihinsel durum, ne üretim biçimleri, ne de dünyanın içine yuvarlandığı kriz durumu. Kaçınılmaz olan, insanlığın bir yerde kendi seçimlerini terse çevirme istencini göstermek durumunda kalacak olması. Bu seçimi hızlı yapmak, yani entellektüel ve politik bir dönüşümü hızlandırmak, krizin öncelikli olarak vurduğu geniş kitleler için önem taşıyor. Yoksa eninde sonunda doğayı bu yoğunlukta ve hızda sömürmenin dünyayı yaşanamayacak bir yer haline getireceği, iklimin değiştiği, insanın kaynak olarak görmeye alıştığı doğanın tükenmeye yüz tuttuğu bir zaman, tıpkı birinci yüzyılda kıyameti çok yakında bekleyen kuşakların düşündüğü gibi, bizim kuşağımız için de belki bizim, belki bizden sonrakilerin görebileceği kadar yakın. Söylenmesi sevimsiz de olsa, geriye dönmekten başka pek bir seçenek görünmüyor. Çünkü mevcut seçeneklerin hiçbiri, bu endüstriyel-teknolojik tüketim düzeninin sürdürülebilir olduğu varsayımından yola çıkamaz.
Bu yaşadıklarımız, ekolojik kriz, küresel ısınma ve doğanın kaybedilmesi kıyamet alametleri değil. İnsanlık geri çekilmeyi bilmek zorunda, doğanın üzerinde kurduğu tiranlıktan vazgeçmek, uzlaşmak ve geri çekilmek. Kıyamet gelmeyecek, çünkü tanrı çoktan vazgeçti. İnsanlık belki kendinden vazgeçmemeyi seçebilir.
[1] Paul R. Ehrlich, Population Bomb, 1968
[2] Kenneth E. Boulding, The Economics of the Coming Spaceship Earth, 1966
[3] DH Meadows et al., Limits to Growth, 1972
[4] Edward Goldsmith et al., The Blueprint for Survival, 1972
[5] Ar’af Suresi 187, Kur’an-ı Kerim, Diyanet Meali.
[6] Nahl Suresi 77, Kur’an-ı Kerim, Diyanet Meali.
[7] Ahzab Suresi 63, Kur’an-ı Kerim, Diyanet Meali.
[8] “Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnananlar ise, ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler.” Şura Suresi 18, Kur’an-ı Kerim, Diyanet Meali.
[9] “İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler.” Şura Suresi 18, Kur’an-ı Kerim, Diyanet Meali.
[10] Daniel, Bap 2, Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit
[11] Pavlus’un Korintoslulara Birinci Mektubu, Bap 7, Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit
[12] Petrus’un İkinci Mektubu, Bap 3, Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder