Bu yazı Birikim dergisinin Ekim 2007 tarihli 223. sayısında yayınlanmıştır.
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=343&dyid=5182
Ümit Şahin
İklim değişikliği mücadelesinde solun konumunu tartışmak, bazen tarihe not düşmekten başka bir anlam taşımadığı hissini yaratsa da, önemini koruyor. Birikim’in Nisan 2007 sayısında, Kyoto tartışmalarında solun bazı kesimlerinin itirazcı bir pozisyon almalarının, endüstriyel kalkınma konusundaki tutumlarıyla ilgili olduğu görüşünü dile getirmiş, solun iklim değişikliği gibi acil tutum alınması gereken bir konuda “savunmacı” bir çizgiye çekildiğini öne sürmüştüm[1]. Bu temayı biraz daha açarak devam etmek, yeşil politika tartışmalarının hızlandığı bu günlerde, hem yıllardır yeşil düşünceyi kendi siyasi çizgilerinde bir renk olarak görmek isteyen bazı sosyalist çevreler, hem de doğrudan doğruya emek eksenli bir ekolojist hareket inşa edilebileceğini düşünenler açısından anlamlı olabilir. Tabii sosyalist olmamakla beraber, kendini genellikle “daha solda” gören yeşiller için de. Bu kesimler dışında kalan, iklim değişikliğini ABD’nin bir komplosu, ekolojiyi ise emperyalizmin aracı olarak görenlere ise, en azından bu yazıda, söyleyecek sözüm yok.
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=343&dyid=5182
Ümit Şahin
Son birkaç yıldır toplumun geniş kesimleriyle birlikte solun genelinde de, iklim değişikliğinin hazmedilmesinin zaman aldığını görüyoruz. Bunun daha çok küresel ısınmaya ilişkin gerçeklere değilse bile, çözüm için gerekli politik tercihlere şüpheyle yaklaşmanın bir sonucu olduğu söylenebilir.
İklim değişikliği mücadelesinde bütün dünyada başı neden yeşiller çekti?
Bunun tek nedeni, iklim değişikliğinin yarattığı sonuçların yeşillerin mücadele etmeye alışık olduğu çevre ve ekoloji sorunlarıyla olan yakınlığı değildi. Zaten meselenin bütününe bakılırsa, iklim değişikliğinin bir çevre sorunu değil, ekolojik döngülerin yerleşik üretim ve tüketim biçimleri nedeniyle ekolojik krizi derinleştiren yönde bozulması olduğu görülür. Bu nedenle, iklim değişikliği mevcut uygarlığın sürüp sürmeyeceği sorunudur. Hatta canlı yaşamın bütünü açısından bir var kalma sorunudur. Yeşillerin bu konuda öncülük yapmasının asıl nedeni, iklim değişikliğini önlemek için geçerli olan tek çözüm yolunun, yeşillerin çıkış noktasıyla ve varlık nedeniyle bire bir örtüşmesidir.
Yeşillerin çıkış noktasında çevre kirliliği ve bunun neden olduğu sorunlar önemli bir yer tutsa da, ayırdedici neden, pek çok kesim tarafından felaket tellallığı olarak suçlanan bir gelecek kaygısıydı. Yeşil düşünce, bir bütün olarak tehdit altında olan bu gezegende yaşamın sürmesiyle, doğanın yok olmasıyla, geçim yollarının çöküşüne neden olacak kaynak sorunuyla ve gelecek kuşakların haklarıyla ilgileniyordu. Bu anlamda toplumsal eşitsizliklerin ve sömürünün sert ve yıkıcı bir şekilde protesto edildiği akımların durduğu yerden bakıldığında naif, tutucu ve hatta sıkıcı görünebilirdi. Yeşil hareket, haksızlıklarla dolu bu dünya batsın, bu düzen egemenlerin başına yıkılsın diyenler tarafından değil, ne yapsak da, tercihen yumuşak bir geçişle çocuklarımızın ve torunlarımızın yaşayabileceği bir dünyayı yeniden yaratmayı başarsak diyenler tarafından kurulmuştu. Yeşillerin ortaya çıktığı yetmişlerin ikinci yarısında punk hareketinin de doğması ilginç bir tesadüften öte bir şeydir.
Yeşil düşünce, sol tarafından hafife alınsa da, bir anlamda daha radikal bir duruştan kökenini almıştır: Modernitenin sorgulanmasından, ilerlemenin ve büyümenin reddinden, maddi olmaktan ziyade moral ve sezgisel bir iyilik anlayışından, sahip olunandan daha azını istemekten, endüstriyalizmin ve teknolojik konforun reddinden, üretim ve tüketimin radikal düzeyde sorgulanmasından. Yeşillerin bu konulardaki duruşu her zaman bütünlüklü değildir. Örneğin yeşil düşünce temelde kalkınmaya karşı çıkarken, ülkeler ve toplumlar arası eşitsizliklerden duyulan hoşnutsuzluğu sosyal demokrat bir tona sahip kalkınma ihracı yöntemiyle çözmeyi öneren Batılı yeşil partiler olmuştur. Yeşil hareket bu tür çelişkilerden ve biraz da sınıfsal yapısından ötürü dünyanın her yerinde saf antikapitalist bir görünüm taşımaz. Ama yine de otuz yılı biraz aşkın bir geçmişi olan bir siyasi hareketin, pek çok yalpalamanın ardından, iklim değişikliği meselesinin kendi çıkış noktasını fazlasıyla doğrulamasının da etkisiyle, giderek daha gerçekçi ve radikal bir rotaya oturduğu söylenebilir.
Bu iddiayı sınamak için, iklim değişikliğinin çözümü için yaygın kabul gören bir hesaba tarihsel bir çerçeveden bakabiliriz. Bilimsel hesaplamalara ve matematik modellere dayanarak, iklim değişikliğinin çözümü için şu formül üretilmiş durumda: Küresel ısınmayı insan ve diğer canlıların yaşamını ve geleceğini geri dönüşsüz şekilde tehlikeye atacak 2 derecelik artışa ulaşmadan durdurabilmek için, önümüdeki 40 yıl içinde (2050’ye kadar) bütün dünyada karbon ve diğer sera gazlarının atmosfere boşaltılan yıllık miktarının yüzde 80 oranında azaltılması gerekiyor. Bu hedefe ulaşabilmek için ilk 20 yıl içinde (2030’a kadar) ulaşılması gereken azaltma oranı ise yüzde 60, bunun bir nedeni de, azaltmanın hızlı başlaması zorunluluğu[2]. Üstelik dünya ortalamasının 2030’a kadar yüzde 60’ı bulabilmesi, Batı ülkelerinin aynı dönemde yüzde 80 indirimi başarmasıyla mümkün. Peki bu ne anlama geliyor?
Yakın vadeli hesabı ele alırsak, bu, Batılı yaşam biçiminin ve ekonomik üretim faaliyetlerinin temeli olan fosil yakıt kullanımının sadece 20 yıl içinde neredeyse marjinal hale gelmesini sağlayacak bir toplumsal dönüşüm demek. Bu yaşam biçimi ve üretim faaliyetleri sadece kömür ve doğal gaz yakan termik enerji santrallarından değil, otomobil ve uçak kullanımından, turizmden, küresel ticaretten, etle beslenmeden, enerji yoğun kentsel düzenden ve sistem tarafından yaratılan ihtiyaçlara dayalı tüketimden oluşuyor.
Hesabı daha iyi anlamak için 1980’lerden bu yana fosil yakıt kullanımının dünya ekonomisine kattığı parasal ve teknolojik katkıyı düşünebiliriz. Rakamları bir yana bıraksak bile, geçen 20 yıllık dönemde doğal gaz kullanımının hızla artıp yeni bir bağımlılık yarattığını, teknolojinin olduğu kadar petrol kullanımındaki artışın da sayesinde “küreselleşme” denen yeni bir çağın açıldığını, Çin gibi dünya nüfusunun beşte birini oluşturan bir ülke başta olmak üzere pek çok Batılı olmayan ülkenin (bu arada Türkiye’nin de) kömüre ve doğal gaza dayanan bir büyüme, sanayileşme ve dış ticaret hamlesi başlattığını hatırlamak yeter. Demek ki küresel ısınmayı önlemek için önümüzdeki 20 yılda yapılması gereken şey, öncelikle bu son 20 yıllık gidişatı, ardından da Batı’nın en azından İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana başardığı fosil yakıta dayalı büyümeyi terse çevirmektir.
Bu mümkün müdür sorusu, ayrıca tartışılması gereken bir sorudur. Burada tartıştığım şey, yeşillerin ve ekolojistlerin bu öngörünün mümkün ve gerekli olduğunu en az 35 yıldır, daha iklim değişikliği gündemde yokken de savunuyor olmaları, bu yüzden de ütopik ve uygarlık karşıtı olmakla suçlanmalarıydı (“Taş devrine mi dönmek istiyorsunuz?”). Oysa solun, tarih boyunca elde edilmiş teknolojik ve endüstriyel kazanımlardan vazgeçmek, tarihsel gidişatı tersine çevirmek gibi bir gündemi hiçbir zaman olmamıştır. Solun gerçekçi politika gündemi her zaman bu “kazanımları” içselleştirerek aşmak, üretim araçlarının mülkiyetini değiştirmek ve böylece oluşan faydayı toplumun geniş emekçi kesimleri yararına “kullanmak” oldu. Sadece Sovyet Marksizmi için değil, yeni sol için de, ulaşılan uygarlık düzeyi her zaman “elde var bir”di ve hiçbir şey değilse bile eski düzenin sömürü ilişkilerini ortadan kaldırmak gibi bir avantaj yaratıyordu.
Yeşillerin kökenindeki romantizm, sol için hiçbir zaman olumlu bir anlam taşımamıştır. Bütün bir yirminci yüzyılın toplumsal mücadelelerini yiyip bitiren tartışmaların bir çoğunun sola bıraktığı miras, endüstriyalizmin tek gerçekçi seçenek olduğu (hatta kaçınılmazlığı) algısıdır. Bunun karşısında yeşil düşüncenin özü romantik anlamda muhafazakardır. Her ne kadar Alman Yeşilleri gibi Avrupa’nın iyice modernleşmiş bazı yeşil partileri, solun bu mirasını da taşıma kaygısıyla çelişkiden çelişkiye sürüklenseler de...
Teknolojik Çözüm Paradoksu
Geçen yüzyılda çevreciliğin iyice yaygınlaşması ve tüm ideolojileri kesen renksiz bir ortak değere dönüşmesi, teknolojik çözüm taraftarlığını da güçlendirdi. Oysa çevre kirliliğini ya da ekolojik yıkımı daha yeni ve daha iyi teknolojilerle önleme anlayışı ekolojik değildir. Çünkü ekoloji “doğanın” bilgisini esas alır. Çözüm diye ortaya atılan her müdahalenin yeni ve hesaba katılmamış bir ekolojik bedeli olacağını kabul eder. Ama bir de işin iktisadi boyutu var. Marksist Ekolojist akımın önce gelen yazarlarından John Bellamy Foster’ın hatırlatığı Jevons Paradoksu, ekolojik iktisatçıların 19. yüzyıl neoklasik iktisat analizinin öncülerinden biri olan William Stanley Jevons’a dayanarak ortaya attıkları bir teoridir[3]. Soru şudur: “Yeni ya da yeni uygulanan teknolojinin çevresel bozulmanın ekonomiye paralel biçimde yaygınlaşmasına engel olabilme olasılığı nedir?”
Jevons’un 1865’de yazdığı The Coal Question adlı kitaptan Foster’ın yaptığı alıntıya göre “(...) uygarlık (...) bir enerji ekonomisidir ve bizim enerjimiz de kömürdür. Sanayimizin olduğu şey her ne ise o haline getiren tam da kömür kullanımı ekonomisinin kendisidir ve biz onu daha etkin ve ekonomik hale getirdikçe, sanayimiz daha da zenginleşecek ve uygarlık eserlerimiz büyüyecektir”.
Foster, Jevons Paradoksu’nu şöyle tanımlıyor:
“Jevons, buhar makinesinin tüm tarihinin bu makinenin kullanımının birbirini izleyen ekonomilerinin tarihi olduğunu ayrıntılı biçimde ileri sürmeye başlamaktadır ve bu ekonomiler her seferinde üretimin ölçeğinde ve kömür talebinde daha yüksek artışlara neden olmuştur. ‘Makinedeki her böylesi iyileştirme’ diye gözlemektedir, ‘etkin hale geldiğinde, bu durum kömür tüketiminin hızla yenilenmesinden başka bir şeyle sonuçlanmamaktadır. İmalatın her bir dalı taze bir dürtü kazanır; el emeği artan biçimde mekanik emekle ikame edilir.’”
“Jevons paradoksunun çağımızdaki önemi Birleşik Devletler’de otomobilde görülmektedir. Bu ülkede 1970’lerde daha enerji etkin arabaların devreye sokulması yakıta olan talebi ortadan kaldırmadı, çünkü sürücüler arttı ve yollardaki arabaların sayısı kısa sürede ikiye katlandı. Benzer biçimde, soğutmadaki teknolojik iyileştirmeler yalnızca daha fazla ve daha büyük buzdolaplarının ortaya çıkmasına neden oldu. Aynı eğilimler, bireysel tüketimden bağımsız biçimde, sanayi için de etkili olmaktadır.”
Foster’ın da dahil olduğu Monthly Review ekolünün kurucuları arasında olan Paul Sweezy’nin iktisatçı Paul Baran ile birlikte yazdığı ve 1966’da yayınlanan ünlü “Tekelci Sermaye” kitabında “çığır açan yenilikler” kavramı ortaya atılır[4]. Kapitalizmin tarihi boyunca gelişen tekelin yarattığı depresif etkileri dengeleyen güçlü dışsal uyarıcılar arasında savaş ve sonrası dönemin yanı sıra bir unsur daha sayılır; bu da çığır açan yeniliklerdir. Sweezy ve Baran’a göre bunlar “ekonominin tüm düzenini sarsan ve dolayısıyla da massettikleri sermayeye ilaveten geniş yatırım imkanları yaratan” yeniliklerdir ve sadece üç yenilik bu ismi hak eder: buhar makinesi, demiryolu ve otomobil. Çünkü “bunların her biri, iç göçlere ve yeni toplulukların kurulmasına neden olarak, iktisadi coğrafyayı radikal biçimde değiştirmiştir. Her biri, birçok yeni mal ve hizmetlerin üretilmesini gerekli ya da mümkün hale getirmiştir. Her biri, sanayi ürünlerinin pazar imkanını, dolaylı olarak, genişletmiştir.”
Kuşkusuz bu “çığır açan yenilikler”in ekonomideki çarpan etkisi uzun uzun tartışılabilir. Ama kitabın yazıldığı yıllardaki durumla yetinerek baktığımızda bile, tüm bu yeniliklerin kömür ve petrol gibi iki fosil yakıtın kullanımında bir patlama yarattığı, bunun da kapitalizmin krizini önlediği çıkarımında bulunabiliriz. Bu noktada Foster’in Sweezy ve Baran’a yaptığı ekleme bizim için büyük önem taşıyor. Foster “bugün petrole yönelik bağımlılığımızın kalbinde yatan ve karbon dioksit emisyonlarının en büyük bölümünü açıklayan da bu otomobil-sınai kompleksidir”[5] diyor. Yani askeri-sınai kompleksin savaşı anlamak için önemi neyse, otomobil-sınai kompleksin de iklim değişikliğini anlamak için önemi o olabilir.
Daha fazla fosil yakıt kullanımı olmadan kapitalizmi sürdürmenin mümkün olmadığını görmek ve verim atışına yönelik teknolojik gelişmelerin (üretim ve tüketimin radikal biçimde kısılmasını sağlayacak toplumsal bir dönüşümle tamamlanmadığı sürece) tüketimi ve dolayısıyla fosil yakıt kullanımını arttıracağını göstermek, iklim değişikliğini durdurmak için öngörülen tek gerçekçi yol olan sera gazı salımlarında hızlı düşüş seçeneğinin sadece ekolojist değil, aynı zamanda son derece antikapitalist bir seçenek de olduğunu gösteriyor. Ama nedense iklim değişikliğinin, nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte, savaş da dahil “tüm kötülüklerin anası” haline gelmeye başladığı bir dönemde, sol tarafından konu hala “büyük politikanın” kulvarına layık görülmüyor.
İklim değişikliği meselesini yeterince politik ve devrimci bulmayan sol çevrelerin bu tutumlarını sadece duygusal davranmalarına (örneğin sahnede Al Gore’u gördükleri için kendilerini kötü hissetmelerine) bağlayabilseydim, bu yazıya gerek olmayabilirdi. Ama sorun, hala solun ilerlemeci, büyümeci ve endüstriyalist paradigmayı aşamamış olmasında. Klasik toplumsal gelişme şemasının doğru olduğunu varsaysak bile, sosyalistlerin kapitalist gelişme sayesinde insanlığın elde ettiği maddi kazanımları kaybetmeden daha iyi bir dünyaya, sosyalist bir topluma geçebilecekleri idealini korumaları çocukça bir hayalden başka bir şey değil. Teknoloji ya da yeni bir ilerleme biçimi, endüstriyalist gelişmenin yarattığı canavarı yokedemeyecek. Bu beklenti, sadece yıkıcı bir zaman kaybı yaratıyor.
Sol İçin Yeni Varsayımlar
Ekoloji hareketlerine içkin radikal tonun temel niteliği, Marksist çözümlemelerle elde edilmiş sınıfsal bir kapitalizm eleştirisi değil, modernitenin insanın doğadaki yerini sonsuza kadar değiştirmiş olmasına karşı romantik gelenekten süzülerek gelmiş bir itirazdan ve elde kalanların korunması, sakınılması ve geçmişin onarımı düşüncesinden (veya özleminden) kaynaklanır. Joel Kovel ile birlikte ekososyalist manifestoyu hazırlayan Michael Löwy’nin, Robert Sayre ile birlikte yazdığı İsyan ve Melankoli’de dediği gibi “Ekoloji, muhtemelen, bu toplumsal hareketler arasında, ekonomik ve teknolojik ilerlemeyi sorgulamasıyla, insan ile doğa arasındaki kayıp uyumu restore etmeye yönelik ütopik özlemiyle moderniteye yönelik romantik eleştiriyi en ileri götürmüş olan harekettir. (...) Yirminci yüzyılın bu son döneminde ekolojik hareket, modern sanayi uygarlığının romantik eleştirisinin canlanmasındaki en önemli tarzdır.”[6]
Sol çevrelerde yeşil düşünceye sosyalizmin çağdaş yorumuna çevreci katkı yapmaktan, yeşillere çevre siyaseti üretmekten öte bir siyasi özerklik tanınmak istenmemesinde, siyasi rekabetten çok bu durumun rol oynadığını düşünüyorum. Yeşil politikanın “çevre siyaseti yapmak” olarak etiketlendirilmesi bile yeterince manidardır. Kuşkusuz çevre siyasetini dileyen herkes yapabilir. Ama aslında yeşil hareket çevre siyaseti yapmayı değil, yapmamayı, ekolojiyi tüm politik hattın temel ekseni olarak almayı benimsediği için farklıdır. Oysa solun tercihi iktidar mücadelesini, milliyetçiliği, resmi ideoloji tartışmalarını, sosyal hakları, ekonomiyi, savaşı ve bu gibi “büyük politikaları” kendi egemenlik alanında tutup, çevre ve benzeri konuları tercihen kendi yakın çevresinde tuttuğu çevreci sivil toplum örgütlerine ve meslek kuruluşlarına bırakmak yönündedir. Bu arada iklim değişikliği ve ekolojik kriz, çevre politikalarının alt başlığı olarak, çevrecilere bırakılmış bir alanda dayanışma ve destek çerçevesinde ele alınır. Çünkü iklim değişikliği de dahil olmak üzere bu sorunların kapitalizmin sonucu olduğu ve sorunun teknik iyileştirmeler dışında sosyalizm hedefine aykırı düşen (hatta nüans gösteren), özerk bir çözümü olamayacağı düşünülür. Dolayısıyla sorun, kapitalizme karşı verilen genel mücadele içinde ele alınır.
Yazının önceki bölümünde de ele almaya çalıştığım gibi bu tutumun mantıksal sonucu, çevrecilerin ve meslek örgütlerinin yakın olduğu teknolojik çözümlere meyletmekten de öte, meselenin temelindeki üretim-tüketim sarmalının, yoksullukla mücadele, kaynakların akılcı kullanımı, uygun planlama, sürdürülebilir kullanım vb. kavramlar yoluyla meşrulaştırıldığının gözden kaçırılmasıdır.
Kapitalizm, iklim değişikliği sarpa sarmaya devam ettikçe içinden çıkamayacağı bir büyük krize girme riskini bu kez de “çevreci” ve “iklim dostu” olduğu propagandası yapılan teknolojilerle atlatmaya çalışacak gibi görünüyor. Umarım, yakın gelecekte “çığır açan yenilikler” arasına kitlesel açlık ve kıtlıklar dönemini başlatacak biyoyakıt üretimi patlaması katılmaz. Tabii sistemin enerji verimliliğini arttırmak amacıyla yeryüzündeki bütün elektrikli, motorlu ve beyaz eşyaları yenileme hamlesine girişmesi olasılığı da düşük değildir[7]. Üretim-tüketim sarmalını hızlandıracak bu gelişmeler, herhalde Jevons paradoksunda tarif edildiği gibi iklim değişikliğini de iyice içinden çıkılmaz hale getirecektir.
O halde ne yapmak gerekiyor? Solun, küresel iklim değişikliğini gerçek bir politik gündem olarak ele alırken, en azından bazı varsayımlarını gözden geçirmesi gerektiğini düşünüyorum:
1- Ne iklim değişikliği, ne de ekolojik kriz, sadece sosyalist düşünce geleneği içinde kalarak ve Marksist literatürden yararlanılarak analiz edilebilir. Ekososyalistler de dahil olmak üzere, tüm solun, ekolojiden özerk bir düşünce akımı olarak yararlanmaktan kaçınmaması gerekiyor. Ama yalnızca krizi tarif etmekle yetinen çevreci, bilimsel ya da yarı bilimsel kitap ve yazıların yeterli olması da bana pek olası gözükmüyor.
2- Solun, sorunu genel politik mücadelenin temel eksenlerinden biri haline getirecek bir yönelim değişikliğini başarması gerekiyor. Bu değişikliğin mantıksal sonucunun ekonomik büyüme ve endüstrileşme konusunda eleştirel bir tutum almak olması kaçınılmazdır. Elbette solun bütünüyle “yeşermesini” önermiyorum. Yeşil politikanın özerk bir siyasi hareket olması bu yönelimi kolaylaştırır. Önemli olan bu yönelim değişikliğinin samimi olarak, düşünerek ve tartışarak yapılmasıdır. Kitle, militan ve oy kaygısıyla masa başında kurgulanan örgütel hesapların başarısız kaldığını ve emek ve zaman israfı olduğunu görmek zor değil.
3- Sorun küreseldir, çözümün de küresel olması gerekir. Ulusal çıkar söylemine (ki ulusal çıkar lafı, toplumdaki egemen kesimlerin özel çıkarlarının meşrulaştırılmasından başka nedir?), komplo teorilerine, ülkenin doğal kaynaklarından yararlanması gerektiği propagandasına karşı uyanık olmak gerekir.
4- Solun modernleşmeci hattı terk etmesi tarihsel gelişim çizgisi dahilinde olanaksız olabilir. Ama moderniteye eleştirel yaklaşım da solun tamamen dışında gelişmiş değildir. Ta Frankfurt Okulu’ndan başlayarak, belki Rudolf Bahro’ya kadar, düz olmasa da, bir çizgi çekerek, genel politik tartışmaları ekolojik krizi merkeze alarak bu kaynakların da yardımıyla besleme anlayışı tekrar yaygınlaşmalıdır. Aksi takdirde, solun, çevrecilerin etki alanına iyice girmesi kaçınılmaz hale gelebilir.
5- Kapitalizmin aşamayacağı tek kriz ekolojik krizdir. Değil kapitalizmin, tarımsal uygarlığın önceki biçimlerinin bile, “uzun yaz” da denen bu iklim istikrarının kaybı halinde var olmaya devam edebileceğine dair garantiye sahip değiliz. O nedenle solun en acil görevi, dünyanın ve canlı yaşamın da kapitalizmle beraber yokolup gitmesini önlemek, insanlığı nihai çöküşten kurtaracak yollar üretmek olmalı. Ne krizin derinleşmesini bekleyecek zamanımız, ne de kapitalizmin çökmesiyle kurulacak yeni düzenin sorunu çözeceğini düşünecek kadar saf olmaya hakkımız var. Sol, ekolojik krizi politikanın merkezine almak ve yeşil politikayla ittifak yapmak gibi bir seçeneği kullanabilmelidir.
İklim değişikliğini ve ekolojik krizi, kapitalizmi teşhir etmek ve antikapitalist safları büyütmek için “kullanmak”, amaçlananın dışında bir sonuç verebilir. Sorunu tanımlarken ister istemez oluşan karamsar tonun, sosyalizmin alışıldık “gelecek güzel günler” temasıyla arasında yaratacağı çelişki, dikkatlerin politikadan da, ekolojiden de uzaklaşmasına neden olabilir. İçine girdiğimiz çıkmazı yaratan şey, bütün tarihsel gidişiyle endüstriyalizmdir. Sol, artık savunmaya çekilmekten vazgeçmelidir. Çünkü artık endüstriyel kalkınmayı reddetmeyen bir antikapitalist mücadele inandırıcılık şansını kaybetmiş durumdadır.
Sonuç
Antikapitalist olmayan bir iklim değişikliği mücadelesi yapmak mümkündür. Bu mücadele geniş kesimlerde ve merkez politikalar nezdinde farkındalık yaratıp, yasal düzenlemeleri tetikleyebilir, gelecek kaygısını aktivizme dönüştürebilir ve politik bir mücadelenin önünü açabilir. Ama antikapitalist olmayan bir mücadele aynı zamanda meseleyi bireysel yaşam biçimi değişiklikleriyle, yenilenebilir enerji projeleriyle, kentlilerin kurduğu organik tarım çiftlikleriyle, su yönetimiyle, ağaçlandırmayla, verimlilik artışıyla ve teknolojik çözümlerle sınırlandırmaya çalışan çevreci anlayışa yeni cepheler kazandırabilir. Daha da kötüsü kapitalizmi yakın krizlerden çıkaracak “çevre dostu” üretim hamlelerine zemin hazırlayabilir.
Öte yandan kapitalizme karşı verilen mücadelenin iklim değişikliğini ve ekolojik krizi araç olarak kullanması istenenin aksine sonuçlar yaratabilir, umutsuzluğu ve mücadeleden çekilmeyi körükleyebilir. Daha da ironik olan, insanlığın sonunu hazırlayan bir krizin sosyalist literatür için yeni bir akademik ilgi alanına dönüştürülmesidir.
Oysa başarılması gereken, iklim değişikliğine karşı verilen mücadelenin antikapitalist mücadeleyi peşinden sürüklemesidir. Solun, bu mücadele içinde iman tazelemekten başka pek bir etkisi olmayan standart bir sosyalist vaaz dilinden de kaçınması gerektiğini, kavramlarını sorgulaması, sisteme olduğu kadar geçmiş deneyimlere karşı da sonuna kadar eleştirel olmaktan vazgeçmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Ancak her şey bir yana, iklim değişikliğinin ve ekolojik krizin temelinde insanın doğayla olan ilişkisini değişmez bir biçimde dönüşüme uğratan modernleşmenin yattığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu nedenle ekolojist nitelik taşımayan, yeşil düşünceden beslenmeyen, yeşil hareketle aynı yönde gelişmeyen bir iklim değişikliği mücadelesi, antikapitalist de olsa, zaman içinde çevreciler tarafından sistem içine çekilmeye mahkum olacaktır.
[1] Ümit Şahin. “Kyoto'ya İtirazın Arkaplanı: Endüstriyel Kalkınmaya Evet mi, Hayır mı?” Birikim, Sayı 216, Nisan 2007, s.6-12
[2] George Monbiot. Heat: How to Stop the Planet Burning. Allen Lane, London, 2006. s.17-18
[3] John Bellamy Foster. Emperyalizmin Yeniden Keşfi. Türkçesi: Çiğdem Çıdamlı. İkinci Baskı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2006. s.241-253
[4] Paul Sweezy, Paul Baran. Tekelci Sermaye. Türkçesi: Gülsüm Akalın. Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2007. s:210-211
[5] John Bellamy Foster. Emperyalizmin Yeniden Keşfi. Türkçesi: Çiğdem Çıdamlı. İkinci Baskı, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2006. s.249
[6] Michael Löwy, Robert Sayre. İsyan ve Melankoli: Moderniteye Karşı Romantizm. Türkçesi: Işık Ergüden. Versus Kitap, İstanbul, 2007.
[7] Geçen yıl Berlin’de yapılan bir iklim zirvesinde ABD büyükelçisinin iklim değişikliğiyle mücadelenin son derece karlı bir sektör olabileceği ve dünyadaki 750 milyon otomobilin enerjiyi daha verimli kullanan modellerle yenilenmesinin ekonomiye büyük katkı sağlayacağını söylediğini duymuştum.
1 yorum:
yazıyı dikkatle okudum ümit bey.cevre hakkinda yazdığımız herşey; yaptığımız konuşmalar bir karamsarlık yaratıyor ve maalesef bana bir şey olmaz; ben o zamanları görmeyeceğim gibi garip bir tutumu da beraberinde getiriyor.şu yazının satır aralarını dikkatle inceleyen bir kişi rahat oturduğu koltuğunda "ya ne oluyoruz, nereye gidiyoruz" demelidir halbuki.bahsettiğiniz cercevede bir mücadele türü "ütopik,çağ dışı vb" birçok niteleme ile karşılanacaktır birçok kesim tarafından ama asıl ütopik olan krizin geldiğini, uçuruma yuvarlandığımızı fark edememektir.
Osman Yorgun
Yorum Gönder