Bianet'te 1 Ocak 2009'da yayınlanmıştır.
Kopenhag iklim zirvesi iklim değişikliğiyle mücadele açısından sadece 2009'un değil, tüm zamanların en önemli olayıydı. Çıkan sonucun bu kadar büyük bir hayal kırıklığına yol açmasının bir nedeni de büyük bir beklenti yaratmasıydı. Ama Kopenhag zirvesinden bu kadar büyük bir beklentinizin olmaması da kolay değildi. Çünkü bu durumda şunlardan birini düşünmüş olmanız gerekiyordu: 1- İklim değişikliği zaten durdurulamaz. 2- İklim değişikliğini durdurmak mümkün, ama bunu hükümetlerin yürüttüğü uluslararası bir müzakere ve anlaşma zemininde yapmanın anlamı ve imkanı yok. 3- Uluslararası anlaşmalar işe yarayabilir, ama bu hükümetlerden işe yarar bir anlaşma çıkmaz.
Birinci maddeyi geçiyorum. İkinci seçeneği savunanlarla alternatifleri tartışmaya hazırım, ama bugüne dek ikna edici bir alternatifle karşılaşamadık. Benim gibi Kopenhag'dan beklentisi yüksek olanlar ve toplumdaki beklentiyi özellikle yükseltenler ise daha çok üçüncü görüşe yakın olanlardı. Yani biz de zengin ülke hükümetlerinin iklim değişikliğini çözmekten çok ağırlaştırma kapasitesine sahip olduğunu düşünüyor, ama bu durumu değiştirmenin bir mücadele dahilinde mümkün olduğunu iddia ediyorduk. Kopenhag'dan çıka çıka mutabakat adı verilen 2,5 sayfalık bir niyet beyanının çıkması öngörümüzde yanılmadığımızı, ama yaratmaya çalıştığımız baskının bu öngörüyü haksız çıkaracak bir güce ulaşamadığını gösteriyordu.
O halde Kopenhag'a boşuna mı gittik? O kadar eylem ve baskı oluşturma çabası buhar olup uçtuğu için üzülmeli, ya da küresel iklim hareketinin defterine yazılmış şanlı bir sayfa olarak tarihteki yerini aldı diye sevinmeli miyiz?
Ben bütün iyimserliğimle böyle olmadığını ve mücadelenin yeni bir aşamaya girdiğini düşünüyorum. Henüz bunun nasıl bir aşama olduğunu ve dünden farklı olarak ne yapmamız gerektiğini bilemesek de, bundan birkaç yıl önceki durumda olmadığımızı da teslim etmek durumundayız. Kopenhag birkaç noktayı iyice netleştirdi. Mücadelenin bundan sonrası bu temelde yürüyecek:
1- İklim değişikliğinin ancak karbonsuzlaşmayla mümkün olduğu konusunda kuşku kalmadı. Bunun bir nedeni de ortalığın bu netliği ortadan kaldırabilecek çözüm önerileriyle dolması, ama küresel iklim hareketinin bu tür yanlış çözüm önerilerinin ipliğini pazara çıkarmasıydı. Yanlış çözümler (false solutions), iklim değişikliğini durdurmaya değil, çoğu zaman şiddetlendirmeye hizmet eden çözüm önerilerine deniyor. Bunların arasında uluslararası anlaşmaların ana unsurlarından biri haline getirilen karbon ticaretinden, neyse ki şimdilik pek ciddiye alınmayan zihni sinir projelerine kadar büyük bir çeşitlilik var. Corporate Watch'un yaptığı sınıflandırmayı kullanırsak yanlış çözüm önerilerini üçe ayırarak inceleyebiliriz:
a. İklim değişikliğini durdurmaya değil şirketlere para kazandırmaya yarayan ve hedeflenenin tersine salımları arttırabilen piyasa mekanizmaları: Bu mekanizmalar karbon ticareti ve karbon ofset mekanizmaları (kısaca "kömürü yakarım, karbonu salarım, yerine ağaç dikerim, o da belki o karbonu emer" mekanizması) olarak ikiye ayrılabilir. Özellikle ofset mekanizması denen yöntemlerin tek derdi "aman ha fosil yakıtımıza dokunmayın" olarak özetlenebilir. Küresel iklim hareketi şu anda bir yandan ortalıkta dolaşan emisyon indirim hedefi vaatlerini yukarıya çekmeye çalışırken, bir yandan da hedefe ulaşmayı engelleyecek bu tür piyasa mekanizmalarını teşhir ediyor.
b. Kirli "temiz" enerji yöntemleri: Nükleer santraller, barajlar, kendi başına bir oksimoron olan "temiz kömür" ve açları değil arabaları beslemek anlamına gelen biyoyakıtlar neyse ki henüz resmi olarak çözüm adı altında sınıflandırılmış değil. Ama yeni mallarını satmak için her yolu kullanmaya hazır olan şirketler havayı bunlarla puslandırmaya devam ediyorlar.
c. Yüksek teknoloji hayalleri: Hiçbiri anlamlı düzeyde fiiliyata geçememiş ve yakın gelecekte geçmesi de beklenmeyen karbon gömme teknolojileri, nükleer füzyon, uzaya ayna yerleştirmek, okyanuslara demir iyonu serpmek gibi projeler çözüm gibi gösterilerek teknolojiden medet ummaya hazır kitleler heyecanlandırılıp, asıl çözüm olan karbon salımını önleme seçeneğinin üzeri örtülüyor. Teknofiks, iklim değişikliğine karşı mücadelede en tehlikeli zihniyet biçimi...
İşte küresel iklim hareketinin bütün bu yanlış çözüm önerilerini tanımlayıp ortaya koyması hem inkarcıların, hem de gezegenin cenazesinden para kazanmayı planlayanların işini zorlaştırıyor. Bunun önemli bir gelişme olduğunu düşünmek mümkün.
2- İklim değişikliğini durdurmak için karbon salımlarını sınırlamak ve uzun vadede sıfırlamak elimizdeki tek seçenek. Ama nihayet bunun ne anlama geldiğini daha açıklıkla söyleyen radikal bir seçenek, yani sadece bacadan veya egzostan çıkan karbondioksite değil, o karbondioksitin yeraltındaki kaynağına odaklanmak da popülerlik kazanmaya başladı. Friends of the Earth gibi örgütlerin öncülük ettiği petrol ve kömür madenciliğine karşı mücadele, artık hareket içinde yaygın bir kabul görmüş durumda. Bu da iklim değişikliği mücadelesinin daha radikal ekolojist bir karaktere bürünmesi demek.
3- İklim borcu ve adalet kavramı hareketin asıl motifi haline geldi. İklim değişikliğine neden olan sanayileşmiş Batı ülkeleri ile ceremesini çeken yoksul ülkeler arasında Kopenhag'da yaşanan gerilim (hatta savaş), yoksul ülkelerin tarihsel sorumluluğu "kategorik olarak reddeden" Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) kafa tutması ve iklim borcu kavramı sayesinde bu borcun "tazmin" edilmesinin gündeme gelmesi meseleyi tam bir adalet mücadelesi haline getirdi. Kopenhag'da kaydedilen bu aşama küresel ısınmayı kutup ayılarının sorunu gibi göstermeye çalışanların işini iyice zorlaştıracak.
4- İklim adaleti hareketi aynı zamanda küresel ısınmanın herhangi bir çevre sorunu olarak değil, tamamen politik bir mesele olarak düşünülmesi gerektiği konusunda yaygın bir bilinç yarattı. Sorun Batı merkezli bir ekoloji mücadelesi olmanın ötesine geçti ve merkez yoksul Güney ülkelerine kaydı. Aynı şekilde çevreciliğin merkezinin de kaymakta olduğu, yoksul ülkelerden gelen aktivist liderlerin çoğalmasından da belli oluyor. Friends of the Earth'ün Nijeryalı başkanı Nnimmo Bassey, Nobel ödüllü Kenyalı aktivist Wanghari Mathai, Maldivler başbakanı Mohammed Nasheed, hareketin en saygın isimlerinden Hintli Vandana Shiva, Greenpeace International'ın başkanı Güney Afrikalı Kumi Naiddo gibi isimler sembolik olarak da olsa yetmişlerin ve seksenlerin Avrupa merkezli ekolojizminin iklim mücadelesinin etkisiyle aşılmakta olduğunu gösteriyor. Kopenhag bu dönüşümü iyice açık hale getirdi.
5- Bolivya'nın yerli devlet başkanı Evo Morales öncülüğünde Birleşmiş Milletler'e "Toprak Ana'nın Hakları Evrensel Bildirgesi"ni bir öneri olarak sunacağı haberinin Kopenhag'da yayılması bütün ezberlenmiş etiketlerin nasıl geçersizleşmeye başladığını gösteriyordu. Bolivya'nın "sosyalist" yönetimi, içinde canlıların "içsel değerinden" ve ekolojik bütünsellikten bahsedilen böylesi radikal, hatta derin ekolojist bir metni Birleşmiş Milletler'e sunarken, Evo Morales verdiği röportajlarda yeşil çözümlerden bahsediyordu. Solun yıllardır spritüel bulup küçümsediği derin ekolojist kavramların küresel iklim mücadelesinin öncülerinden Bolivya'nın "sosyalist" liderinden gelmesi, sokaktaki mücadelenin, eski sosyalist, yeşil, ekolojist ayrım ve ayrışmaları aşmakta olduğunu gösteriyor.
Kopenhag işte önümüze böyle yeni bir mücadele alanı açmış durumda. Bu alanı nasıl dolduracağımız bize bağlı. Ama her şeyden önce ortaya çıkan bu yeni durumu iyice hazmetmek, küresel mücadelenin bir parçası olmaktan uzaklaşmamak, olan biteni takip etmekle yetinmeyip yaratıcı bir şekilde katkıda bulunmak zorundayız.
Evet, iklim değişikliğinde geri dönülmez noktaya hızla yaklaşıyoruz ve zaman giderek daralıyor. Ama Kopenhag'dan geriye kalan şey umutsuzluk olamaz. Sadece aceleci değil, kararlı da olmamız gerek. Dünyanın tabutuna son çiviyi çakmak için sabırsızlananlar bizden daha organize olurlarsa işimiz zor. Ada ülkelerini destekleyen genç aktivistlerin Kopenhag'da dediği gibi: "Sessizce ölümü beklemeyeceğiz".
Kopenhag iklim zirvesi iklim değişikliğiyle mücadele açısından sadece 2009'un değil, tüm zamanların en önemli olayıydı. Çıkan sonucun bu kadar büyük bir hayal kırıklığına yol açmasının bir nedeni de büyük bir beklenti yaratmasıydı. Ama Kopenhag zirvesinden bu kadar büyük bir beklentinizin olmaması da kolay değildi. Çünkü bu durumda şunlardan birini düşünmüş olmanız gerekiyordu: 1- İklim değişikliği zaten durdurulamaz. 2- İklim değişikliğini durdurmak mümkün, ama bunu hükümetlerin yürüttüğü uluslararası bir müzakere ve anlaşma zemininde yapmanın anlamı ve imkanı yok. 3- Uluslararası anlaşmalar işe yarayabilir, ama bu hükümetlerden işe yarar bir anlaşma çıkmaz.
Birinci maddeyi geçiyorum. İkinci seçeneği savunanlarla alternatifleri tartışmaya hazırım, ama bugüne dek ikna edici bir alternatifle karşılaşamadık. Benim gibi Kopenhag'dan beklentisi yüksek olanlar ve toplumdaki beklentiyi özellikle yükseltenler ise daha çok üçüncü görüşe yakın olanlardı. Yani biz de zengin ülke hükümetlerinin iklim değişikliğini çözmekten çok ağırlaştırma kapasitesine sahip olduğunu düşünüyor, ama bu durumu değiştirmenin bir mücadele dahilinde mümkün olduğunu iddia ediyorduk. Kopenhag'dan çıka çıka mutabakat adı verilen 2,5 sayfalık bir niyet beyanının çıkması öngörümüzde yanılmadığımızı, ama yaratmaya çalıştığımız baskının bu öngörüyü haksız çıkaracak bir güce ulaşamadığını gösteriyordu.
O halde Kopenhag'a boşuna mı gittik? O kadar eylem ve baskı oluşturma çabası buhar olup uçtuğu için üzülmeli, ya da küresel iklim hareketinin defterine yazılmış şanlı bir sayfa olarak tarihteki yerini aldı diye sevinmeli miyiz?
Ben bütün iyimserliğimle böyle olmadığını ve mücadelenin yeni bir aşamaya girdiğini düşünüyorum. Henüz bunun nasıl bir aşama olduğunu ve dünden farklı olarak ne yapmamız gerektiğini bilemesek de, bundan birkaç yıl önceki durumda olmadığımızı da teslim etmek durumundayız. Kopenhag birkaç noktayı iyice netleştirdi. Mücadelenin bundan sonrası bu temelde yürüyecek:
1- İklim değişikliğinin ancak karbonsuzlaşmayla mümkün olduğu konusunda kuşku kalmadı. Bunun bir nedeni de ortalığın bu netliği ortadan kaldırabilecek çözüm önerileriyle dolması, ama küresel iklim hareketinin bu tür yanlış çözüm önerilerinin ipliğini pazara çıkarmasıydı. Yanlış çözümler (false solutions), iklim değişikliğini durdurmaya değil, çoğu zaman şiddetlendirmeye hizmet eden çözüm önerilerine deniyor. Bunların arasında uluslararası anlaşmaların ana unsurlarından biri haline getirilen karbon ticaretinden, neyse ki şimdilik pek ciddiye alınmayan zihni sinir projelerine kadar büyük bir çeşitlilik var. Corporate Watch'un yaptığı sınıflandırmayı kullanırsak yanlış çözüm önerilerini üçe ayırarak inceleyebiliriz:
a. İklim değişikliğini durdurmaya değil şirketlere para kazandırmaya yarayan ve hedeflenenin tersine salımları arttırabilen piyasa mekanizmaları: Bu mekanizmalar karbon ticareti ve karbon ofset mekanizmaları (kısaca "kömürü yakarım, karbonu salarım, yerine ağaç dikerim, o da belki o karbonu emer" mekanizması) olarak ikiye ayrılabilir. Özellikle ofset mekanizması denen yöntemlerin tek derdi "aman ha fosil yakıtımıza dokunmayın" olarak özetlenebilir. Küresel iklim hareketi şu anda bir yandan ortalıkta dolaşan emisyon indirim hedefi vaatlerini yukarıya çekmeye çalışırken, bir yandan da hedefe ulaşmayı engelleyecek bu tür piyasa mekanizmalarını teşhir ediyor.
b. Kirli "temiz" enerji yöntemleri: Nükleer santraller, barajlar, kendi başına bir oksimoron olan "temiz kömür" ve açları değil arabaları beslemek anlamına gelen biyoyakıtlar neyse ki henüz resmi olarak çözüm adı altında sınıflandırılmış değil. Ama yeni mallarını satmak için her yolu kullanmaya hazır olan şirketler havayı bunlarla puslandırmaya devam ediyorlar.
c. Yüksek teknoloji hayalleri: Hiçbiri anlamlı düzeyde fiiliyata geçememiş ve yakın gelecekte geçmesi de beklenmeyen karbon gömme teknolojileri, nükleer füzyon, uzaya ayna yerleştirmek, okyanuslara demir iyonu serpmek gibi projeler çözüm gibi gösterilerek teknolojiden medet ummaya hazır kitleler heyecanlandırılıp, asıl çözüm olan karbon salımını önleme seçeneğinin üzeri örtülüyor. Teknofiks, iklim değişikliğine karşı mücadelede en tehlikeli zihniyet biçimi...
İşte küresel iklim hareketinin bütün bu yanlış çözüm önerilerini tanımlayıp ortaya koyması hem inkarcıların, hem de gezegenin cenazesinden para kazanmayı planlayanların işini zorlaştırıyor. Bunun önemli bir gelişme olduğunu düşünmek mümkün.
2- İklim değişikliğini durdurmak için karbon salımlarını sınırlamak ve uzun vadede sıfırlamak elimizdeki tek seçenek. Ama nihayet bunun ne anlama geldiğini daha açıklıkla söyleyen radikal bir seçenek, yani sadece bacadan veya egzostan çıkan karbondioksite değil, o karbondioksitin yeraltındaki kaynağına odaklanmak da popülerlik kazanmaya başladı. Friends of the Earth gibi örgütlerin öncülük ettiği petrol ve kömür madenciliğine karşı mücadele, artık hareket içinde yaygın bir kabul görmüş durumda. Bu da iklim değişikliği mücadelesinin daha radikal ekolojist bir karaktere bürünmesi demek.
3- İklim borcu ve adalet kavramı hareketin asıl motifi haline geldi. İklim değişikliğine neden olan sanayileşmiş Batı ülkeleri ile ceremesini çeken yoksul ülkeler arasında Kopenhag'da yaşanan gerilim (hatta savaş), yoksul ülkelerin tarihsel sorumluluğu "kategorik olarak reddeden" Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) kafa tutması ve iklim borcu kavramı sayesinde bu borcun "tazmin" edilmesinin gündeme gelmesi meseleyi tam bir adalet mücadelesi haline getirdi. Kopenhag'da kaydedilen bu aşama küresel ısınmayı kutup ayılarının sorunu gibi göstermeye çalışanların işini iyice zorlaştıracak.
4- İklim adaleti hareketi aynı zamanda küresel ısınmanın herhangi bir çevre sorunu olarak değil, tamamen politik bir mesele olarak düşünülmesi gerektiği konusunda yaygın bir bilinç yarattı. Sorun Batı merkezli bir ekoloji mücadelesi olmanın ötesine geçti ve merkez yoksul Güney ülkelerine kaydı. Aynı şekilde çevreciliğin merkezinin de kaymakta olduğu, yoksul ülkelerden gelen aktivist liderlerin çoğalmasından da belli oluyor. Friends of the Earth'ün Nijeryalı başkanı Nnimmo Bassey, Nobel ödüllü Kenyalı aktivist Wanghari Mathai, Maldivler başbakanı Mohammed Nasheed, hareketin en saygın isimlerinden Hintli Vandana Shiva, Greenpeace International'ın başkanı Güney Afrikalı Kumi Naiddo gibi isimler sembolik olarak da olsa yetmişlerin ve seksenlerin Avrupa merkezli ekolojizminin iklim mücadelesinin etkisiyle aşılmakta olduğunu gösteriyor. Kopenhag bu dönüşümü iyice açık hale getirdi.
5- Bolivya'nın yerli devlet başkanı Evo Morales öncülüğünde Birleşmiş Milletler'e "Toprak Ana'nın Hakları Evrensel Bildirgesi"ni bir öneri olarak sunacağı haberinin Kopenhag'da yayılması bütün ezberlenmiş etiketlerin nasıl geçersizleşmeye başladığını gösteriyordu. Bolivya'nın "sosyalist" yönetimi, içinde canlıların "içsel değerinden" ve ekolojik bütünsellikten bahsedilen böylesi radikal, hatta derin ekolojist bir metni Birleşmiş Milletler'e sunarken, Evo Morales verdiği röportajlarda yeşil çözümlerden bahsediyordu. Solun yıllardır spritüel bulup küçümsediği derin ekolojist kavramların küresel iklim mücadelesinin öncülerinden Bolivya'nın "sosyalist" liderinden gelmesi, sokaktaki mücadelenin, eski sosyalist, yeşil, ekolojist ayrım ve ayrışmaları aşmakta olduğunu gösteriyor.
Kopenhag işte önümüze böyle yeni bir mücadele alanı açmış durumda. Bu alanı nasıl dolduracağımız bize bağlı. Ama her şeyden önce ortaya çıkan bu yeni durumu iyice hazmetmek, küresel mücadelenin bir parçası olmaktan uzaklaşmamak, olan biteni takip etmekle yetinmeyip yaratıcı bir şekilde katkıda bulunmak zorundayız.
Evet, iklim değişikliğinde geri dönülmez noktaya hızla yaklaşıyoruz ve zaman giderek daralıyor. Ama Kopenhag'dan geriye kalan şey umutsuzluk olamaz. Sadece aceleci değil, kararlı da olmamız gerek. Dünyanın tabutuna son çiviyi çakmak için sabırsızlananlar bizden daha organize olurlarsa işimiz zor. Ada ülkelerini destekleyen genç aktivistlerin Kopenhag'da dediği gibi: "Sessizce ölümü beklemeyeceğiz".
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder