Bu yazı Üç Ekoloji dergisinin 2010 tarihli 8. sayısında yayımlanmıştır.
Ümit Şahin
Yeşil politikanın sosyalizmle olan ilişkisini anlamak için
önceliği Marx'ın eserlerindeki ekolojik (veya ekoloji karşıtı) sözleri
yorumlamaya verme yaklaşımı tatmin edici değildir. Ekolojik krizin kapitalizmle
ilişkisi üzerinden bir yeşiller ve sosyalizm tartışması yapmak veya Marksizmi
anti-yeşil olarak yorumlamak da yanlış olur. Bu yaklaşım anakroniktir ve
bugünün diliyle geçmişi yorumlamak anlamına gelir.
Ama bu, yeşiller ile sosyalizm arasındaki ilişkiyi
incelemenin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine yeşil
düşünce/hareketle sosyalizm arasındaki kesişmeler ve ayrışmalar her iki
ideoloji ve politika alanı hakkında çok şey anlatıyor.
Bu yazının amacı daha sık tartışılan ayrım noktalarından
ziyade, kesişmeler üzerine düşünmeye başlamaktır. Yeşil politikayla sosyalizmin
kesişme noktaları da ayrım noktaları gibi elbette ideolojiktir. Ama ben
ideolojik bir tartışma kadar tarihsel bir araştırmayı da önemsiyorum.
Yeşil politikayla sosyalizmin kesişme noktalarını ararken
çok sayıda düşünürle ve tarihsel önemi olan isimle karşılaşırız: Gustav
Landauer, Barry Commoner, Rudolf Bahro, Andre Gorz, Elmar Altvater, Alain
Lipietz, Jean-Paul Deléage gibi...
Bu isimlerin 21. yüzyıl ortamında doğmuş yeni ekososyalizm
için çok fazla bir anlam ifade etmediğini biliyorum. Ancak Seattle 1999
eylemleri ile başlayan, yirmi birinci yüzyılın yeni antikapitalist atmosferinin
ürünü olan ve Monthly Review, CNS gibi dergi çevreleriyle ve Joel Kovel, John
Bellamy Foster gibi isimlerle anılan ekolojik Marksizm/yeni ekososyalizm
literatürü, yeşil politikayla sosyalizm arasındaki gerilimi anlamak için
yetersiz kalır.
Bunun çok basit üç nedeni var:
1- Yeşil hareketle sosyalizmin tarihsel kesişmesinde
belirleyici olan sosyalizmin Marksist değil, anarşist yorumudur.
2- Sosyalizmin yeşil politikaya yaptığı katkının önemli
yanlarından biri ekolojist ideolojinin insan sevmez, yeni-çağcı ve Malthusçu
yorumlarla arasına mesafe koymasını sağlamasına yardımcı olmasıdır. Bunu
yaparken yeşil politikanın saf eko-merkezci bir kulvarda gelişmesine engel
olmuş, insani ve toplumsal yönünü (bazılarına göre gereğinden çok) vurgulayarak
güncel politikada kendine yer bulmasını kolaylaştırmıştır.
3- Yeşil partiler Seattle sonrası antikapitalist mücadele
döneminde değil, reel sosyalizm döneminde doğmuştur. Dolayısıyla Yeşiller
kapitalizme olduğu kadar sosyalizme de (dönem gereği Sovyet ve Doğu Avrupa
sosyalizmine) karşı bir politik akımdır.
Bu yazının asıl konusu birinci önerme olmakla birlikte,
ikinci ve üçüncü maddeler için de Barry Commoner ve Rudolf Bahro'ya geri
dönerek birkaç söz söyleyebiliriz.
Commoner'in ve Bahro'nun ekososyalizmi
Bugün yaygın anlamıyla “çevrecilik” olarak bildiğimiz akımın
ABD'deki öncüleri arasında yer alan Barry Commoner, bir biyoloji profesörü ve
bir sosyalistti. Commoner, insanların yeryüzündeki varlıklarını sürdürebilmek
için nasıl politikalar izlenmesi gerektiğinden bahsetmeye başladığında, yani
“sağkalım politikası (politics of survival)” denen akıma dahil olduğunda
70'li yıllar daha başlamamıştı. Henüz ekosferin bir bütün olarak tehlikede
olduğundan, doğal yaşam alanlarındaki ve büyük ekosistemlerdeki çevresel
krizlerden, küresel bir sorun haline gelmeye başlayan hava, su ve sanayi kirlililiğinden,
teknolojinin ölümcül kusurlarından, nükleerin hem silahlanma hem de enerji
üretiminde bir bütün olarak yıkım tehlikesi yarattığından söz etmek bugünkü
kadar alışılmış ve “basmakalıp” hale gelmemişti. Time dergisinin çevreyi konu
alan ilk kapağında, 7 Şubat 1970 tarihinde Barry Commoner'ın resminin yer
aldığını söylersek, bu ismin o dönemler için en azından ABD'deki önemi daha iyi
anlaşılır. (1)
Commoner'ın çevre sorunlarının kökenlerinden ve çözüm
önerilerinden bahsettiği en ünlü kitabı The Closing Circle 1971'de
yayınladığı zaman büyük ilgi toplamıştı. Çoğu insan bunları ilk kez duyuyor ya
da derli toplu olarak ilk kez bir arada görüyordu. Aynı yıllarda Roma
Kulübü'nün hazırlattığı “Büyümenin Sınırları” (Limits to Growth) bugün
bu türün en önemli örneği olarak bilinse de, bilimsel bulgular, veriler ve
haberler ışığında hazırlanan uyarı tonu yüksek yazı ve kitaplar çevresel
sorunlar yaygınlaştıkça ve üzerinde çalışan kişi sayısı arttıkça hızla çoğaldı.
İşte Barry Commoner bu türün birkaç öncüsünden biridir.
Commoner'in çevreciliğe yaptığı en önemli katkı, diğer bazı
isimlerle birlikte bugün çevrecilik dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen şeylerin
daha sosyal bir çerçeveye oturtulmasını sağlamasıdır. Bugün çevre sorunlarından
kaygı duyan insanların çoğunluğu, toplumsal eşitsizliklerin çevre meseleleriyle
ilgisini, yoksulların çevre sorunlarından daha fazla etkilendiğini, çevreye
duyarsız şirketlerin denetlenmeyen faaliyetlerinin yarattığı kirliliği ve
çevreye duyarsız üretimlerin şirket karlarını arttırmak için körüklendiğini
kabul eder. Farklı kesimlerin çözüm önerileri farklı olsa da, çevre
sorunlarının sosyal sorunlarla bağı genel kabul görür. Commoner'ın dediği gibi
“Irkçılık, yoksulluk, güçsüzlük ve kimyasal kirliliğin çevreye saldırısı arasında
fonksiyonel bir bağlantı vardır.” (2)
Çevreciliğin sosyal sorunlarla bağının anlaşılması
önemliydi. Hala da önemlidir... Bunun nedeni sadece çevre sorunlarının
temelinin siyasi olduğunu ve sistem sorununu görmek de değildir. Günlük
hayatta, yaşam biçimi tartışmalarında ve gündelik politika içinde çevre
sorunlarının ayrı tutulmasının ve yalnız bırakılmasının bedelini hala ödüyoruz.
Bu anlayış çevre sorunlarını yanlış yönetime, insanların “kötülüğüne”, ya da
nüfus fazlalığına bağlar. Sorunu siyasal özünden sıyıran bu anlayış hareketin
tabanında hala yaygındır. Ama çevre meselesini sosyal sorunlarla birleştiren
Commoner gibi sol kanat çevreciler sayesinde çevrecilik bundan ibaret olmaktan
çıkmıştır.
Commoner'ın “Nüfus Bombası” kitabının yazarı ve Yeni-Malthusçu
çevreciliğin öncüsü Paul Ehrlich ile yaptığı tartışma zamanında son derece
popüler olmuş ve suçu nüfus fazlalığına (dolayısıyla ayrımsız bir biçimde
insana, hatta daha fazla “üreyen” yoksul ülkelere ve aslında doğrudan
yoksullara) yıkan anlayış Commoner'in sert “ekososyalist” muhalefetiyle
karşılaşmıştı. (3) Commoner'in ekososyalizmi bugünkü örneklerin tersine
Marksist kaynaklara çok fazla referans veren bir ekososyalizm olmadığı gibi,
zamanın Ortodoks Marksist yorumlarına da uzaktı. Üstelik 1980'de, henüz yeşil
bir partinin olmadığı ABD'de Yurttaş Partisi adında bir parti kurarak Reagan'a
karşı başkan adayı olan Commoner mücadelesini seçimlere taşımış ve bu anlamda
ülkesinde yeşil politikanın da öncülüğünü yapmıştı. Commoner bu nedenle
ekososyalizmi çevre hareketinin içine ve yeşil politikaya taşıyan belirleyici
isimler arasındadır.
Rudolf Bahro ise Yeşiller'in “reel sosyalizm” döneminde
doğuşunun simgesidir. Doğu Almanya'nın önemli entelektüellerinden biri ve
elbette Doğu Alman Komünist Partisi'nin üyesi olan Bahro 1975'de “Doğu
Avrupa'da Alternatif” kitabını yazdıktan tutuklanarak zamanının en tanınmış
politik mahkumlarından biri haline gelmiş, yapılan uluslararası kampanya
sonucunda serbest bırakılıp Batı'ya geçmesine izin verilince de Yeşiller Partisi'nin
kurucusu olmuştu. (4) Bahro'nun ekososyalizmi mevcut sosyalizmin eleştirisi
üzerine kuruluydu. Bu da yeşil hareketin reel sosyalizmin alternatif olmaktan
çıktığı, Batı'daki sol çevrelerde de totaliter ve çevreyi en az kapitalizm
kadar tahrip eden bir sistem olarak kabul edildiği bir dönemin ürünü olduğunu
gösterir. Her ne kadar Bahro sonraları daha radikal, spiritüel ve komüncü bir
çizgi benimsemişse de, Yeşiller'in sosyalizmle ilişkisinde reel sosyalizm
eleştirisinin belirleyici önemini Rudolf Bahro'nun simgelediğini söylemek
yanlış olmaz.
Commoner ve Bahro gibi isimlerle ilgili bu kısa değinmeleri
uzatmak mümkün. Ekososyalizmin Fransa'daki öncülerinden Gorz, Lipietz gibi
isimlerden bahsetmeyen bir ekososyalizm yazısı da zaten eksik kalır.
Bu nedenle ben bu yazıyı birinci maddeyle, yani yeşil
politikayla sosyalizmin tarihsel kesişme noktasının sosyalizmin Marksist değil,
anarşist yorumu olduğu iddiasıyla sınırlayacağım. Bu yorumum Dilaver Demirağ'ın
başka bir yerde dile getirdiği “sosyal demokrasinin Marksizmle ilişkisini,
yeşil politikanın anarşizmle ilişkisine” benzeten yorumuyla kısmen paralellik
taşıyor. Bu görüşü temellendirmek için de Gustav Landauer'e ve onun zamanına
geri döneceğim.
Gustav Landauer: Anarşist ve İlk Ekososyalist
Gustav Landauer, Almanya'da on dokuzuncu yüzyıl sonu ve
yirminci yüzyıl başlarında kapitalist sanayileşmeye ve kentleşmeye karşı kırsal
yerleşimleri alternatif olarak öneren, Alman anarşist geleneğinin belki de en
önemli ismidir. 1870'de doğan, 21 yaşında Sosyal Demokrat Parti'den atılan,
hayatı boyunca hem sosyal demokrasiye, hem de anarşist şiddete karşı mücadele
eden Landauer'in trajik yaşamı 1919'da, Birinci Dünya Savaşı'nın hemen
sonrasında gerçekleşen Münih devrimine ve kısa ömürlü Raterepublik'e (Bavyera Sovyet
Cumhuriyeti) katılmasıyla son bulur. Landauer, devrimin kanla bastırılması
sırasında Berlin'deki Sosyal Demokrat hükümetin gönderdiği askerler ve
paramiliter güçler tarafından yakalanır ve cezaevinde linç edilerek öldürülür
(5).
Landauer aynı devrimin diğer bir kurbanı olan Rosa Luxemburg
kadar iyi tanınmaz... Oysa Peter Marshall tarafından Max Stirner'den sonra
Almanya'nın en önemli anarşist düşünürü olarak selamlanan Gustav Landauer için
anarşizm ve sosyalizm aynı anlama gelmektedir:
“Anarşi, insanın devletin ve sermayenin putlarından
özgürleşmesi anlamına gelir; sosyalizm ise insanlar arasındaki gerçek bağı
anlatır, gerçek, çünkü sosyalizm bireyin tininden kaynaklanır, çünkü bütün
insanlar için aynı ve tek bir yaşayan fikir olarak çiçeklenir, çünkü insanlar
arasındaki özgür bağ olarak varolur.” (6)
Landauer'in sosyalizminde insanları birbiriyle birleştiren
Tin merkezi bir rol oynar. Landauer bu aktif Tin'in etkisi altındaki insan
topluluğunun en canlı örneği olarak Ortaçağ Hıristiyanlığı'nı verir ve Ortaçağ
dünyasını Batı kültürünün en yüksek noktası olarak görür. Landauer'e göre
Tin'in önemi Rönesans ile birlikte bireycilik lehine azalmaya başlamıştır. (7)
Landauer'in sosyalizminin Romantik niteliği açıkça
görülmektedir. Sanayileşmeye şüpheyle yaklaşmasında da Romantik bir ton vardır.
Ancak Landauer, Edmund Burke gibi bir muhafazakar değil, tam tersine devrimleri
Tin'in dogmatizme karşı bitmek bilmeyen bir uzun yürüyüşü olarak gören bir
devrimcidir. Şiddetsiz bir toplumsal devrimi savunan Landauer, insana dair
anarşist iyimserliğin bir örneğini vererek insanların bu dönüşüme kendilerini
adamaları yoluyla gerçekleşecek yeni bir cemaat/topluluk görüşünü savunur.
Wiliams'a göre Landauer ateşli bir anti-materyalist ve bir anti-Marksist'tir.
Landauer 1908'de verdiği bir derse dayanan “Sosyalizme Çağrı” adlı ünlü
kitabında Marx'ın savunduğu komünizmin kapitalizmin içinde büyüyeceğini,
dolayısıyla kapitalizmin komünizmin gelişimindeki başlıca evre olacağını
söyler. Marksizm'in askeri ve bürokratik sistemlerle acınası bir benzerlik
içinde olduğunu ve bu nedenle Marksistlerin militarist ve bürokratik iki
ülkede, Prusya ve Rusya'da işlerinin yoluna gittiğini belirtir. (8)
Williams, Landauer'in Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya
deneyimlerinden yıllar önce yaptığı bu saptamaları “şaşırtıcı kehanetler”
olarak yorumluyor ve Rudolf Bahro'nun 1977 tarihli “Doğu Avrupa'da
Alternatif”inin öncüsü olarak görüyor.
Marx'ın savunduğu ekonomik sistemin temelindeki yapıların
kapitalizmle olan benzerliğini vurgulayan Landauer, Marksizm'in devlet
kapitalizmine dönüşeceğini söyler, çünkü “küçük sosyal organizmalar arasındaki
müthiş çeşitlilik, ekonomik bağlar, adalet ve sevgi kaybolacaktır.” Sosyalizme Çağrı şu cümlelerle son bulur:
“Yeryüzü bize geri verilmelidir. Yeryüzü kimsenin mülkü değildir. Ancak
yeryüzünün efendisi olmadığında insanlar özgür olabilir.” (9) Sosyalizm
mücadelesini toprağı geri almak için bir mücadele olarak görmenin bugünkü
tanımlarımızla ekolojist olduğu açıktır. Landauer'in paranın egemenliğini
reddetmesi, Ortaçağ köy topluluklarını model olarak vermesi, dolayısıyla
kendine yeterli, ihtiyaçları için üreten, artı değeri reddeden, küçük ölçekli
toplulukları sadece ahlaki olarak değil, aynı zamanda gerçekçi bir
ekonomik model olarak da savunması
ekolojist ütopyaların politik dile en erken tercümelerinden biri olarak
görülebilir.
Rolf Cantzen de, Landauer'i Kropotkin'le birlikte ekolojik
bir anarşizmin öncüsü olarak görür. Cantzen'in yorumuna göre Landauer'in
Marksizm'e yönelik eleştirilerinde ilerlemeciliği reddetmesinin yeri önemlidir.
Landauer, Marksizm'in sosyalizmin bir tarihsel gelişmenin sonucu olduğu tezinin
teknolojik ilerlemeye duydukları güvenden kaynaklandığını ve hatta bu inancın
bire bir kopyası olduğunu iddia edecek kadar ileri gider. Bu eleştiri dolaysız
olarak teknoloji ve endüstriyalizm eleştirisine bağlanır. Endüstriyalizme karşı
çıkan, insanlara doğaya yeniden katılma çağrısı yapan Landauer tekrar tarıma
dönmeyi önerir ve toprağın kimyasal gübrelerle işlenmesine de karşı çıkar,
çünkü bu toprağı bir doğa parçası olmaktan çıkararak kendisi de doğanın bir
parçası olan insandan koparmaktadır. (10)
Teknolojiyi de yansız bir kazanım olarak görmeyen Landauer
bir diğer kitabı olan “Sosyalizm İçin”de çalışma saatlerinin düşürülmesini
tartışırken büyük işletmelerin yeni makineleri devreye sokmasının işçilerin daha fazla sömürülmesi anlamına
geleceğini savunarak şöyle der: “Girişimci ve işçi arasındaki ilişkinin bu
gayri şahsileşmesinde, kapitalizm, modern teknoloji ve devlet merkeziyetçiliği
ele ele gider. Kapitalist sistemin kendisi işçiyi bir sayıya indirger.
Teknoloji, kapitalizm ile ittifak halinde, işçiyi makinenin çarklarının bir
dişlisi haline getirir. Nihayet devlet, kapitalistin işçinin ölümünün yasını
tutması için bir neden olmadığı gibi ölüm ve kazalarda bile kapitalistin
herhangi bir şekilde kişisel olarak buna dahil olması için bir gereklilik
olmadığını görür.” (11)
Ekoloji politikalarını bugünkü anlamı içinde
değerlendirdiğimiz zaman Gustav Landauer ilk ekososyalist olarak belirir: İlerlemecilik
eleştirisi, endüstriyalizme karşı doğaya ve tarımsal üretime dönüşün politik
bir seçenek olarak görülmesi, insanın doğa ve topluluk içinde ortak Tin ile
birbirine bağlanmasının Ortaçağ köy toplulukları örneğiyle savunulması ve
'yansız' olmayan, sömürüyü arttıran teknolojinin reddi... Berlin duvarı
yıkıldıktan, dogmatik Marksizm'le arasına mesafe koyan antikapitalist muhalefet
yayıldıktan sonra Marx'ın satır aralarına dönmekten çok daha doğrudan
bağlantılardır bunlar. Dolayısıyla tarihsel bağlamda ekososyalizmin kökeni
anti-Marksist ve anarşist sayılabilir (12).
Williams, Landauer'in kapitalizme karşı mücadeleye verdiği
büyük katkının 1920'lerin sonlarında ve 30'larda Alman politikasındaki aşırı
kutuplaşma nedeniyle ihmal edildiğini ve Marksist eleştiri tarafından da
gölgede bırakıldığını, en çok da bu nedenle günümüzün yeşil düşüncelerinde,
Almanya'da bile, Landauer'in büyük etkisi olduğunu ileri sürmenin abartılı
olacağını söylüyor (13). Yine de Landauer'in yeniden keşfedilen sözlerinin
bugünün ekolojizmine olan katkısı ve Landauer'le Bahro arasındaki 'görünmez
bağlar', en azından bizim ekososyalizmi yeniden yeşil düşünce yelpazesinin
içinde, daha doğru bir yere yerleştirmemize yardımcı olabilir.
NOTLAR:
(1)
Michael Egan, Barry Commoner and the Science of
Survival: The Remaking of American Environmentalism. The MIT Press, Cambridge,
2007
(2)
Barry Commoner, The Closing Circle: Nature, Man,
and Technology. Knopf, New York, 1971
(3)
Andrew Feenberg, The Commoner-Ehrlich Debate:
Environmentalism and the Politics of Survival. (içinde) Minding Nature: The
Philosophers of Ecology (ed. David Macauley). The Press, New York, 1996.
(4)
Rudolf Bahro, Kızıldan Yeşile (çev: Ali Tükel).
Metis Yayınları, İstanbul, 1990.
(5)
Eugene Lunn, Prophet of Community: The Romantic
Socialism of Gustav Landauer. University of California Press, Berkeley and Los
Angeles, 1973
(6)
Rhys W. Williams, 'Community Plants the Forest
of Justice': Gustav Landauer, Ecosocialism and German Expressionism. “Green
Thought in German Culture: Historical and Contemporary Perspectives” içinde
(ed. Colin Riordan), University of Wales Press, Cardiff, 1997, s.57-58
(7)
Rhys W. Williams, age. s.58
(8)
Rhys W. Williams, age. s.59
(9)
Rhys W. Williams, age. s.60
(10)
Rolf Cantzen, Daha Az Devlet, Daha Çok Toplum:
Özgürlük, Ekoloji, Anarşizm. Çeviren: Veysel Atayman. Ayrıntı Yayınları,
İstanbul, 1994, s.256-262
(11)
Gustav Landauer, Sosyalizm İçin (1911).
“Anarşizm: Özgürlükçü düşüncenin Belgesel Bir Tarihi. Anarşiden Anarşizme (MS.
300-1939)” içinde. (ed. Robert Graham, çevirenler: Nil Erdoğan, Mustafa Erata),
Versus Kitap, İstanbul, 2007, s.419
(12)
Gustav Landauer'i ilk ekososyalist olarak
tanımlayan Rhys W. Williams dönemin ekspresyonist yazarlarından Ernst Toller'in
Münih devrimi deneyiminden yola çıkarak yazdığı oyunu “Masse Mench (Kitleler ve
İnsan)”i aktarıyor. Oyunun kişileri Gustav Landauer'in düşüncelerini yansıtan,
bireysel ve tinsel yenilenmeyi simgeleyen Kadın ve Marx'ı, ya da tarihsel
determinizmi simgeleyen Adam'dır. Oyunun başlarında Kadın şöyle der: “Kitleler
Topluluk olmalı. / Topluluk intikam değildir./ Adaletsizliğin kaynaklarını
Topluluk yok eder./ Adalet ormanını Topluluk diker.”
(13)
Rhys W. Williams, s.71
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder