Bu yazı Eko IQ dergisinin Ocak 2011 tarihli 7. sayısında yayımlanmıştır.
Meksika’nın Cancun
kentinde yapılan 16. Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi, ya da resmi ismiyle
COP-16, üzerinde fazla yorum bile yapılamadan geride kaldı. Bu zirve benim
yerinde izlediğim üst üste üçüncü iklim zirvesiydi. Üç zirvenin ortak noktası
resmi oturumların beklentileri karşılamaktan uzak olmasıydı. Ama bu tür
zirvelerde herkesin beklentilerini karşılayacak bir orta yol olduğu artık pek
söylenemez. Tarafların (yani politikacı ve bürokratlardan oluşan resmi
delegasyonların) en büyük hatası iklim değişikliğini durdurmak için “bir şeyler
yapmanın” hala değerli olduğunu sanmaları. Oysa birkaç yıldır iklim
değişikliğiyle ciddi biçimde uğraşan hemen herkesin üzerinde uzlaştığı bir
gerçek var: Radikal önlemler almadıkça iklim değişikliğini durdurmak için adım
atmış olamazsınız. Radikal önlemin formülü de şudur: Adil, bağlayıcı ve yüksek
hedefli bir anlaşma. Kyoto Protokolü’nün birinci taahhüt döneminin kapanmasına
iki sene kala yeni, bağlayıcı ve bu kez yüksek hedefli bir anlaşma çıkacak mı,
çıkmayacak mı? İşte bütün mesele bu.
Öte yandan Cancun zaten bir
dönüm noktası olarak planlanmıyordu. Geçen sene Kopenhag zirvesine verilen önemin
nedeni 2007’de Endonezya’da toplanan 12. zirvede kabul edilen Bali Eylem Planı’nda
iki yıl içinde (yani Kopenhag’a kadar) yeni bir anlaşmaya varılacağının
öngörülmesiydi. Kopenhag’dan “accord” diye ne dediği belli olmayan iki sayfalık
bir anlaşma çıkaran taraflar, böylece Bali Eylem Planı’nın gereğini kağıt
üzerinde yerine getirmiş oldular. Ama burada bir yıl sonraya, yani Cancun’a bir
atıf yoktu. Dolayısıyla Cancun’un başarısız olduğunu söylemek için de bir
nedenimiz yok. İşin kötüsü bugünden gelecek seneye, yani Durban’a yönelen
umutların da pek fazla bir dayanağının olmaması. En azından bazı ülkeler
tarafından yapılmaya çalışılan şey şu: 1992’de Rio’da imzalanan Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) zeminindeki görüşmeleri
uluslararası meşru anlaşma zemini olmaktan çıkarmaya çalışıyorlar.
Peki kim bunlar ve bunu
neden yapıyorlar? Cancun’dan çıkarılacak en önemli sonuç, bu ülkelerin ne
yaptığını anlamaya çalışmak olabilir.
Japonya, bu yıl Cancun’da
en fazla yılın fosili ödülünü* alan ülkelerden biriydi. Dünya nüfusunun
%1,9’unu barındıran Japonya, toplam sera gazı emisyonlarının %4’den fazla bir kısmından
sorumlu. Dünyanın en zengin üçüncü ülkesi olan Japonya, zaten yıllardır
endüstrileşmiş ülkeler arasında iklim politikaları açısından başı çeken
ülkelerden biri değildi ve ABD’nin Bush yönetimi zamanında Kyoto Protokolü’ne
karşı bir araya toplamaya çalıştığı ülkelerden biriydi. Japonya delegasyonunun
başkanı, Cancun’da ilk büyük çıkışı yaptı ve daha oturumların ikinci
gününde gündem dışı söz alarak Kyoto
Protokolü’nün 2010’de başlaması öngörülen ikinci taahhüt dönemine karşı
olduklarını ve Kyoto Protokolü devam ederse, kendilerinin bu işin bir parçası
olmayacaklarını açıkladı.
Kyoto Protokolü’nün
ikinci taahhüt dönemi tercihe tabi bir şey olmadığı için başlangıçta çok da
anlam verilemeyen bu çıkışın işin özü olduğunu çok geçmeden anladık. Kyoto Protokolü
bütün eksik ve yanlışlarına rağmen iklim müzakerelerinin üzerinde yükseldiği en
önemli iki ilkeyi temsil ediyor. Bunlardan biri ülkelerin belli bir zamanla
sınırlı “bağlayıcı” emisyon indirim hedefleri almaları. İkincisi de bu
hedefleri her ülkenin eşit olarak almaması ve küresel ısınmada tarihsel emisyonları
yüksek endüstrileşmiş ülkelerin daha fazla sorumlu olması.
Japonya’nın çıkışı bu iki
ilkeye de karşıydı. Japonya’nın yaptığı hem ABD’nin yıllardır savunduğu gönüllü
ve ulusal emisyon indirim hedefi alma politikasını dayatma çabasıydı, hem de Japonya
eğer Çin gibi emisyonları artan “gelişmekte olan” ülkeler de kendileri gibi yüksek
ve bağlayıcı bir hedef almazlarsa (yani Kyoto Protokolü’nün mantığı devam
ederse) “ben yokum” diyordu. Bu fikri bu kadar açıkça olmasa da benimseyen
diğer ülkeler ABD, Rusya, Kanada ve Avustralya gibi görünüyor. Avrupa Birliği ise
iklim politikalarındaki geleneksel öncülüğünü ve iklim adaleti konusundaki
duyarlı pozisyonunu eskisi kadar sürdüremese de, henüz bu kampa dahil sayılmaz.
Peki ama bu beş ülkenin bir ortak yanı mı var?
Teker teker bakarsak
Japonya’nın yüksek emisyon düzeyinin dışında önemli bir özelliği daha olduğunu görürüz.
Japonya enerji verimliliği standartları çok yüksek bir ülke. Yani Japonya’nın
teknolojik inovasyon yoluyla veya verimlilik artışıyla azaltabileceği emisyon
miktarı artık oldukça sınırlı. Üstelik Japonya elektrik üretiminin %30’a
yakınını nükleer santrallerle üreten bir ülke. Dolayısıyla Japonya’nın bütün
ekonomik altyapısını koruyup aynı zamanda emisyonunu azaltması oldukça güç.
Japonya bizim yıllardan beri savunduğumuz ekonomik dönüşümü yaşamazsa
emisyonlarını azaltamaz: Yani Japonya enerji üretim ve tüketimini azaltmak, bu
anlamda ekonomisini nispeten küçültmek ve enerji altyapısını tamamen rüzgar,
güneş gibi yenilenebilir kaynaklara yöneltmek, yani karbonsuzlaştırmak
durumunda. Japonya’nın, örneğin Türkiye ve benzeri ülkeler gibi bir ekolojik
sıçrama yapma şansı yok. Dolayısıyla Japonya ciddi bir çıkmaza girmiş durumda.
Bu çıkmazdan kurtulmak için de ekonomisinde bir dönüşüm yaratma değil müzakereleri
baltalama yolunu tercih ediyor.
Bu beş ülkenin, yani AB
dışında kalan büyük endüstrileşmiş ekonomilerin bir diğeri olan Kanada, yakın
zamana kadar zengin ülkeler arasında “aydınlanmış” bir ülke, bir sosyal devlet
ve hoşgörü örneği sayılırdı. Ama Kanada önce Kyoto Protokolü’nü imzalamasına
rağmen taahhütlerini yerine getirmemeyi tercih etti ve örneğin bu nedenle Kopenhag’da
Kanadalı yazar ve aktivist Naomi Klein’ın cezalandırılması gerektiğini söylediği
bir ülke oldu, ardından bu sene Cancun’da sayısız günün fosili almasını
sağlayacak kadar yıkıcı bir iklim politikası izlemeye başladı. Bunun çok basit
ve utanç verici bir nedeni var.
Kanada dünya nüfusunun
%0,5’ini barındırmasına rağmen emisyonların yaklaşık %2’sinden sorumlu. Ancak
asıl sorun bu adaletsizlik değil. Asıl sorun dünyanın tek ekonomik olarak
kullanılabilir “katran kumu” rezervine sahip olması ve Kanada’nın giderek daha
fazla petrol zengini bir ülkeye dönüşmeye başlaması.
Katran kumunun, yani
yüzeyde bulunan ve işlenerek ham petrole dönüştürülebilen bu “ikincil” petrol
kaynağının dünyada en büyük miktarda bulunduğu yer Kanada’nın Alberta eyaleti. Üstelik
bu miktar Kanada’yı Suudi Arabistan’dan sonra en büyük petrol rezervine sahip
ülke haline getirecek kadar büyük. Son yıllarda petrol fiyatlarının artması ve
yeni petrol rezervlerinin azalması nedeniyle ekonomik fizibilitesi artan katran
kumu yatakları Kanada’yı dünyanın önemli petrol üreticilerinden biri haline
getirdi. Şu anda dünyanın yedinci büyük petrol üreticisi olan Kanada’nın
üretiminin şimdilik yarısı katran kumundan geliyor. Ama işin kötüsü kalan
rezervlerin tamamına yakınının katran kumu olması. Doğa için tam bir yıkım
anlamına gelen katran kumundan petrol üretimi, aynı zamanda karbon emisyonu
yüksek bir işlem. Dolayısıyla olası bir emisyon indirimi hedefi Kanada’nın
katran kumu rezervlerine elveda demesi anlamına gelecek. Kanada konvansiyonel
petrol rezervlerinin azalmasıyla birden bire kendini ikinci bir Rusya veya
Suudi Arabistan olarak buldu ve bütün iklim müzakerelerini baltalamaya başladı.
Kanada Cancun’da artık sadece dalga geçilen değil, aynı zamanda kendisinden
nefret edilen bir ülke haline gelmeye başlamıştı.
Rusya ise sessizlik
politikası izliyor. Kyoto Protokolü’nü, kendisini fazla ilgilendirmediği (çünkü
Sovyetler Birliği’nin yıkılması sırasında kapanan endüstri tesisleri yüzünden
emisyon düzeyi 1990 sonrasında zaten çok düşmüş olduğu) halde en son imzalayan
ülke olan Rusya için bugün farklı bir durum söz konusu. Rusya bugün dünyanın
rezervleri çok zengin olmadığı halde en fazla petrol üreten ülkesi. Dünyanın en
zengin ülkeleri arasında 12. sıraya yükselen Rusya karbon emisyonlarında ise 4.
sırada. Aynı zamanda doğal gaz ve kömür üretimi de giderek artan ve özellikle
Avrupa’nın en önemli gaz tedarikçisi haline gelen Rusya, meselenin emisyon
kısmından ziyade fosil yakıt üretimi tarafında son derece hassas. İklim
müzakerelerinde emisyonları azaltmaktan bahsedip duran taraflar fosil yakıt
üretiminin kısılmasını gündeme almadıkları sürece bu çelişki sürecek. Hem de
sadece Kanada ve Rusya’yla da kısıtlı olmayacak.
Avustralya da dünyanın bir
numaralı kömür ihracatçısı durumunda ve elektrik üretiminin neredeyse tamamını
kömürden sağlıyor. 22 milyon civarındaki çok düşük nüfusuna kıyasla yüksek bir
karbon emisyon düzeyine sahip olması da bundan. Avustralya’nın kişi başı
emisyon düzeyi ABD’ye yakın. Bu da Avustralya’nın herhangi bir adım atabilmesinin
ekonomisinde ciddi bir yapısal değişiklikle mümkün olduğu anlamına geliyor.
İklim değişikliği son iki seçime de büyük ölçüde etki etmiş olsa da, hükümetler
bu adımı atmak yerine iklim müzakerelerinde ABD’nin tarafına yakın durmayı
tercih ediyorlar.
Dünyanın bir numaralı
fosil yakıt bağımlısı ve neredeyse bütün dış politikası petrol rezervlerinin
kontrolü üzerine kurulu olan ABD’nin pozisyonu ise ne yazık ki Obama döneminde
sadece söylem değiştirmekle yetindi. ABD artık Bush döneminde olduğu gibi iklim
değişikliğini inkar etmiyor ve James Hansen gibi bilim insanlarının
konuşmalarını sansürlenmiyor belki. Ama somut politikalarda anlamlı bir
değişiklik olduğu da söylenemez.
Son üç zirvede ABD’nin
durumu şöyleydi: 2008’de Poznan’da Obama yeni seçilmişti, ama henüz Bush
yönetimi görevdeydi. Bu nedenle kimse delegasyondan bir şey beklemiyor, herkes
bir sonraki zirveye kadar Obama’nın ABD’nin pozisyonunu değiştirebileceğini
umuyordu. 2009’da bir yenilenebilir enerji taraftarını, Steven Chu’yu enerji
bakanı yapan ve rüzgar enerjisi yatırımlarını teşvik eden birkaç adım atan
Obama, Kopenhag zirvesinde laftan başka hiçbir şey üretmeyerek ve 2005
seviyesine göre %15 emisyon azaltımı gibi komik bir hedefi masaya koyup, onda
bile Çin’le pazarlığa girişerek büyük hayal kırıklığı yarattı. 2010’da
Cancun’da ise Obama yönetimi bütün kredisini tüketmiş, ABD tekrar günün fosili
ödüllerini toplamaya başlamıştı. ABD delegasyonunun bahanesi Temsilciler
Meclisi’nden karbon ticareti yasasını bile çıkartamamaları, yüksek hedefli
herhangi bir anlaşmanın Kongre’de kabul edilmesinin mümkün olmaması, zaten bir
ay önceki Kongre seçimlerinde Cumhuriyetçilere sandalye kaybetmiş olmalarıydı.
ABD yönetiminin bize tek söylediği buydu: “İsterim, ama yapacak bir şey yok.”
Sonuçta ABD’nin bugün
dönüp dolaşıp geldiği nokta ne yazık ki Bush döneminden çok farklı değil.
Umutları teknolojik çözümlere bağlamış, gönüllü, uzun vadeli ve bağlayıcı
olmayan hedeflerden söz eden, ama atılması gereken gerçek adımları engelleyen
bir ülke olmayı sürdürüyor ABD.
Avrupa Birliği ise
Cancun’da iklim liderliği konusundaki öncü konumunu kaybetmiş, yorulmuş ve
yalnız kalmış bir topluluk görüntüsü sergiledi. Bir yandan Berlusconi’nin sabotajlarıyla
uğraşıyor, bir yandan karbon ticareti hileleriyle yapmadığı emisyon
indirimlerini yapmış gibi gösterecek yollarla zaman kazanmaya çalışıyordu
(merak eden AAU ya da sıcak hava denen hileli mekanizmayı inceleyebilir). AB
hala 2020’ye dair emisyon indirim hedefini arttırmaya niyetli görünüyor, ama
bunu diğer ülkelerin hamlelerine endekslediği için pratikte bu niyet bir şey
ifade etmiyor. Öte yandan AB, oluşturulacak iklim fonunun Dünya Bankası’nın kontrolünde
bırakılması için bastırmaya devam ediyor.
Küresel karbon
emisyonlarının yarısına yakınından ve tarihsel emisyonların neredeyse
tamamından sorumlu olan bu ülkeler müzakereleri tıkamaya devam ettikleri sürece
öncülüğün gelişmekte olan, ya da son zamanların hızlı kalkınan ülkelerinden
gelmesi mümkün değil. Her ne kadar Çin şu anda karbon emisyonlarında birinci
sıraya yükselmiş olsa da, kendi içinde ciddi yenilenebilir enerji yatırımları
yapan, hatta rüzgar yatırımlarına fazla sübvansiyon verdiği gerekçesiyle ABD tarafından
Dünya Ticaret Örgütü’ne şikayet eden bir ülkeden, ABD, Japonya, Rusya, Kanada
ve Avustralya’ya rağmen daha fazla öncülük yapmasını beklemek hayal olur. Bu
noktada AB hala eski önderliğini sürdürmek istiyorsa yeni bir yol bulmak ve
müzakerelerde vicdanı temsil eden küçük ada devletleri ve Bolivya gibi Latin
Amerika ülkeleriyle birlikte davranmayı seçmek zorunda. Bu da herhalde şu anda
hayal gibi bir şey.
Cancun’da en çok umut
bağlanan konu iklim fonunun oluşturulmasıydı. Bütün gelişmekte olan ülkeler,
sivil toplum örgütleri ve aktivistler aynı fikirdeydi: Bu fon UNFCCC
bünyesinde, yani doğrudan BM gözetiminde bağımsız olarak kurulmalı, paraların kullanılması
fondan faydalanacak ülkeler, yani gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler
tarafından şeffaf bir biçimde yönetilmeli ve fonun en az yarısı adaptasyona
harcanmalıydı. Oysa zengin ülkeler kendi verdikleri paranın (ki burada 30
milyar dolarlık hızlı başlangıç dahil yılda 100 milyar dolardan bahsediyoruz) yönetimini
de kendileri yapmak ve hem piyasa mekanizması içinde harcanmasını garanti
etmek, hem de Dünya Bankası’nın kontrolünde tutmakta kararlıydılar. Sonuçta
çıkan karar çok kesin olmasa da, en azında başlangıçta Dünya Bankası ağırlığı
sürüyor. Gelecek sene Durban’da bu konunun sert pazarlıklara tabi olacağı kesin
gibi.
İklim adaleti söz konusu
olduğunda en önemli mesele de bir nevi “tazminat” sayılabilecek bu finansman
konusu. Ama Batı ülkeleri iklim borcu kavramını kabul etmedikleri sürece (ki
geçen sene ABD temsilcisi Todd Stern iklim borcu kavramını “kategorik olarak
reddettiklerini” açılamıştı) finansman konusunun da, zengin ülkelerin
emisyonlarını öncelikli olarak azaltma sorumluluğuna sahip olmaları meselesinin
de çözülmesi beklenemez.
Cancun’da aktivistlerin
durumunda da ciddi bir değişiklik yoktu. Bir yandan Oxfam, Greenpeace, WWF gibi
büyük sivil toplum örgütlerinin büyük ve gösterişli kampanyaları, bir yandan da
Latin Amerika solunun hakim olmaya çalıştığı sokak aktivizmi vardı. Cancun’da
alternatif etkinlikler en az üç parçaya bölünmüştü. Meksika hükümetinin Cancun’daki
mesafelerin çok uzun olmasından da faydalanarak mekanları birbirinden ayırması
ve kilometrelerce uzak noktalara taşımasının da iyice içinden çıkılmaz hale
getirdiği bir durum yaşandı. Bir yandan çiftçi örgütleri ağı Via Campasina, bir
yandan Meksikalı STK’ların ve bazı köylü örgütlerinin EsMex adını verdikleri
iklim forumu, bir yandan da Kopenhag’daki alternatif zirvenin devamını yapmaya
çalışan Klimaforum etkinlikler düzenledi. Alternatif zirveler de, sokak
eylemleri de bölündü. Cancun gibi gerçekte kent bile olmayan bir yerde, ya da
yapay bir tatil kentinde, otellere dağıtılan sivil toplum delegeleri ile
aktivistlerin bağı kopmuştu. Bu dağınıklık Birleşmiş Milletler’in ve
hükümetlerin Kopenhag’ın öcünü aldığı şeklinde bile yorumlanabilir.
Türkiye’nin pozisyonu ise
artık üzerinde durmaya değmeyecek bir sıkıcılık gösteriyor. Türkiye 2001’den bu
yana aynı politikasını sürdürüyor. 1992’de Ek 1’e girmesine neden olan karardan
duyduğu pişmanlık artık iyice iç bayıltıcı bir hal almış durumda. Türkiye
delegasyonu için tek amaç emisyon indirim hedefi alacak değil, finansman
yardımı alabilecek bir ülke olarak tanınmak. Cancun’da LCA metnine bu anlamda
bir cümle de sokmayı başaran Türkiye delegasyonu kendini başarılı görüyor
olabilir. Ama Türkiye’de hükümet ve iklim bürokrasisi bütün bunların hiçbir
anlamı olmadığını acaba bir gün anlayacak mı?
Türkiye müzakerelerde
iklim değişikliğini durdurmaya hizmet edecek bir sonuç çıkması için hiçbir olumlu
çaba göstermiyor. Hatta Türkiye delegasyonunda bir anlaşma imzalanması
ihtimalinin ciddi sıkıntı yarattığını da gözlemleyebiliyoruz. Üstelik
delegasyonun önemli bir bölümünün sadece görev gereği oralarda bulunduğu ve
iklim değişikliğinin aciliyeti konusunda hiçbir kavrayışa sahip olmadığı da
fazlasıyla ortada. Türkiye iklim değişikliği fonlarından birkaç ucuz kredi alsa
da, nasıl olsa bunları küçük HES yapımı gibi yine doğayı yıkıma uğratan
projelere dağıtacak (bugün de böyle oluyor). Yani Türkiye bir anlaşma çıkması için
bir çaba göstermediği ve kendisi de bir sorumluluk alma niyeti sergilemediği sürece
bütün bu 50 kişilik delegasyonlar Türkiye’nin bir iklim politikası olduğu
anlamına gelmiyor.
Cancun’dan çıkan sonucu
Kopenhag’daki büyük hayal kırıklığının ardından hiç olmazsa BM mekanizmasının
kurtarılması olarak gören iyimserlere kısmen katılabiliriz. Japonya’nın
başlangıçtaki atakları karşılanamasaydı, Durban zirvesi bile tehlikeye
girebilirdi. Bugün ise elimizde hiç olmazsa bir sonraki Aralık ayına ertelenen
yeni bir anlaşma ihtimali var. Durban’dan bir şey çıkıp çıkmayacağı önümüzdeki
bir yıl boyunca yaşanacak küresel siyasi ve ekonomik değişikliklere olduğu
kadar, sivil toplumun ve aktivistlerin performansına da bağlı. Eğer Durban’a
hazırlık aşamasında müzakereleri yürüten teknik heyetler kendi haline
bırakılırsa, Durban’da da büyük hayal kırıklığı yaşayacağımızı, bir anlaşma
imzalansa bile bunun küresel ısınmayı yavaşlatacak bir etki yaratmayacağını
şimdiden sizlere garanti edebilirim.
Asıl mesele bizim bu
süreci nasıl etkileyebileceğimizi bulabilmek. Düşünmek için sanıldığı kadar çok
zamanımız da yok.
* Günün fosili uzun yıllardır her iklim zirvesinde 500 üyeli bir sivil
toplum ağı olan Uluslararası CAN, yani İklim Eylem Ağı tarafından verilen bir
ödül. Zirve boyunca her gün dağıtılan birincilik, ikincilik ve üçüncülük
ödülleri o gün müzakereleri en fazla tıkayan, bir anlaşma çıkması ihtimaline en
fazla zarar veren ülkelere veriliyor. Bu yıl en fazla “ödül” alan ülkeler
Kanada, Japonya ve ABD oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder