Bu yazı 31 Aralık 2010'da Bianet'te yayımlanmıştır.
2010'a damgasını vuran ekoloji mücadelesinin hidroelektrik santrallerine (HES) karşı verilen mücadele olduğuna kimsenin kuşkusu olduğunu sanmıyorum. Türkiye'ye özgü tuhaflıklardan biri olarak yenilenebilir enerji adı altında, hatta iklim değişikliğiyle mücadele için verilen ucuz krediler kullanılarak doğa yok ediliyor, vadiler ve dereler kurutuluyor, doğal yaşam alanları ve yerel halkın geçim kaynakları tahrip ediliyor, bu oldu bittiye karşı çıkanlar hükümet tarafından önce yok sayılmaya çalışılıyor, sonra da suçlanıyor.
2010'a damgasını vuran ekoloji mücadelesinin hidroelektrik santrallerine (HES) karşı verilen mücadele olduğuna kimsenin kuşkusu olduğunu sanmıyorum. Türkiye'ye özgü tuhaflıklardan biri olarak yenilenebilir enerji adı altında, hatta iklim değişikliğiyle mücadele için verilen ucuz krediler kullanılarak doğa yok ediliyor, vadiler ve dereler kurutuluyor, doğal yaşam alanları ve yerel halkın geçim kaynakları tahrip ediliyor, bu oldu bittiye karşı çıkanlar hükümet tarafından önce yok sayılmaya çalışılıyor, sonra da suçlanıyor.
Bu yıl iyice gündeme oturan bu mücadelenin en önemli yanı çevreci hareketin standart kalıplarının dışına çıkmasıydı. Yine bildiğimiz muhalif çevrelerin, yeşil, ekolojist, solcu ve anarşist kesimlerin bu hareketlerin duyulmasında ve büyütülmesindeki rolü yadsınamaz.
Ama hareketin varlığı bu grupların değil, genellikle büyük kentler dışında veya büyük kentlerde ama "memleketleriyle" yakın temas halinde yaşayan insanların hareketin içinde ön planda olması sayesindedir.
Daha önce Munzur ve kısmen de Hasankeyf örneklerinde gördüğümüz bu durum, bu kez Alakır, Şavşat, Fındıklı, Yuvarlakçay, Senoz, Aksu ve Loç vadileri gibi hepsini saymaya kalksam mutlaka bir yerleri unutacağım yaygınlıkta bir aktivizm yaratan HES mücadelelerinde karşımıza çıktı.
Bu durumu iyi analiz etmek ve güçlenerek sürmesini sağlamak gerekiyor.
Küresel ısınma
Kuşkusuz çevre ve ekoloji anahtar sözcüklerini kullanarak düşündüğümüzde 2010'un en önemli olayı yine küresel ısınma oldu.
2010 tüm zamanların en sıcak yılı rekorunu kırmak üzere, Pakistan'daki seller ve Rusya'da yaşanan orman yangınları tarihte ilk kez görülen devasa felaketlerdi. Atmosferdeki karbondioksit miktarı da 400 eşiğine iyice yaklaştı. Güney Amerika, Güneydoğu Asya ve Balkanlar'da görülen seller, Afrika'nın Sahel kuşağını ve Mozambik'i etkisi altına alan kuraklık ve açlık, hatta Kuzey Avrupa ve Amerika'da görülen aşırı soğuklar küresel ısınmanın etkilerinin bilinen ölçülerin ne kadar dışına çıkabileceğini gösterdi bu sene.
Küresel ısınmayla mücadelede ve uluslararası iklim politikalarında ise parlak bir değişiklik olduğu söylenemez. Cancun Kopenhag'ı tekrar etti, en yetkili ağızlar bile önümüzdeki yıl Güney Afrika'dan büyük sonuçlar beklemiyor. Japonya'da kabul edilen ve ciddi hedefler içerek uluslararası biyoçeşitlilik sözleşmesini bile ciddiye alan yok.
Artık Birleşmiş Milletler (BM) zemininde mücadele de eskisi kadar heyecan yaratmazken, harekete bu resmi müzakerelerin ve yerelde devam eden aktivizmin dışında yeni bir kanal daha açmanın zamanı geliyor olabilir mi?
Devletlerle şirketlerin sorumluluğu
2010, Meksika'da yaşanan tarihin en büyük petrol kazasından Macaristan'daki atık barajı felaketine kadar şirketlerin kirli sicilinin daha da fazla ortaya serildiği bir yıl oldu.
BP, Meksika körfezindeki petrol platformu havaya uçtuktan sonra yapması gereken hiçbir şeyi yapmadı mesela. Yalan üzerine yalan söyledi. Rusya'yı esir alan ve Çernobil'in radyoaktif serpintileriyle kirlenmiş alanları tutuşturan yangınlarda bile asıl takip ettiğimiz Rus hükümetinin gerçekleri nasıl gizlemeye çalıştığıydı.
Öte yandan Rusya ve Kanada gibi yeni petrol zenginlerinden, Avustralya gibi kömür krallarına ve elbette dünyanın bütün kaynaklarını kontrol etme iddiasını sürdüren Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) kadar dünyanın fosil yakıt ağalarının ekolojik kriz ve iklim değişikliğindeki ağır sorumluluğunun farkına varmayan kalmadı.
Ama devletlerle şirketler bu ortak sorumluluklarını gizlemek ve daha da güçlendirmek için aynı zamanda terör, güvenlik, ekonomik kriz gibi dezinformasyon ve manipülasyon silahlarını (elbette medya marifetiyle) kullanmaktan asla vazgeçmiyorlar.
Yeni bir mücadele alanı: İnternet
Peki biz ne yapacağız?Farkındalık yaratmak,kamuoyunu uyarmak, aktivizm,sivil toplum, politika anahtar sözcüklerinin çevresinde kendi içine kapanma riski taşıyan bu hareketi nereye evrilteceğiz?
Belki de sadece Wikileaks'in bize hatırlattığı temel sorumluluklarımız bile yepyeni bir mücadele zemini geliştirmemizi sağlayabilir: Düşünce özgürlüğünü korumayı, yalanları ve manipülasyonları ortaya sermeyi, şirketlerin ve iktidarların pisliklerini herkese göstermeyi ve sesi kısılanların sesini duyurmayı öncelikli mücadele aracı yapmak zorundayız belki de...
İnterneti Hakim Bey'in korsan adalarının çoğaldığı bir okyanusa dönüştürmek, hatta sanal alemi tamamen kendi kontrolümüz altına alarak tarihi değiştirmek, neden elimizde olmasın?
Yerel hareketleri büyütmek, daha fazla sokağa çıkmak, yeşil politikayı ve ekolojik mücadeleyi topluma yaymak, tamam... Ama güç göstermenin (ve hatta birbirimizle yarışmanı) ötesine geçmek, içe dönmeye başlayan bu hareketi tekrar asıl hedefine yöneltmek gerek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder