Bu söyleşi, TTB'nin gazetesi olan Tıp Dünyası'nın 15 Mayıs 2011 tarihli 180. sayısında yayımlanmıştır.
Sayın Şahin, Uzun yıllardır yeşil hareketin içinde yer alan bir aktivist olarak, Türkiye’nin en ivedi çevre sorunları arasında neleri sayarsınız?
Bence artık spesifik olarak Türkiye’nin çevre sorunlarından söz edilebilecek zamanlar geride kaldı. Şu anda aşırı kalkınmacı ekonomi politikalarının, sosyal adaletsizliğin ve demokratik sistemdeki yozlaşmanın doğayı yıkıma uğratmasından ve hem ülkenin hem de gezegenin ekolojik dengelerini yok etmesinden söz etmek daha doğru olur. Bu anlamda geçmişten beri devam eden yanlış enerji, ulaşım, tarım ve istihdam politikaları açgözlü bir ekonomik büyüme ve kalkınma anlayışıyla birleşince son birkaç yıldır doğaya ve ekosisteme yönelik eskisinden çok daha şiddetli bir saldırı başladı. Bu politikaların bütününü ve yarattığı yıkımı görmek yerine klasik anlayışla hava ve su kirliliğinden, ormansızlaşmadan ve erozyondan, sulak alanların yok olmasından veya çevre mevzuatındaki yetersizliklerden söz etmek yanıltıcı olur.
AKP Hükümeti’nin çevre politikalarını, çevre konusundaki yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP işte sözünü ettiğim bu açgözlü büyümeci ve kalkınmacı anlayışın en gözü kara savunucusu. AKP’nin çevre politikası yok. Daha doğrusu sürdürülebilir kalkınma gibi gerçekte yıkımı meşrulaştırıcı bir anlam içeren, ama hesapta çevreci sloganları kullanıp, ya da enerji verimliliğiyle ilgili laftan ibaret kampanyalar yapıp neden oldukları yıkımı gizlemeye çalıştıkları oluyor ara sıra… Ama genelde ona bile ihtiyaç duymuyorlar. AKP’nin çevre politikasını Başbakan’ın nükleer kazayla tüp gaz patlamasını karşılaştırması, ya da arkeolojik zenginliklere çanak çömlek demesi simgeleyebilir. Ama daha da önemli bir gösterge, İstanbul’un son kalan ormanlık alanlarını ve su kaynaklarını yok edecek şekilde kuzeye doğru genişlemesini amaçlayan üçüncü köprü-kanal-ikinci İstanbul üçüz projeleri. Tabii ülkenin bütün akarsularını, en ufak dereye varıncaya kadar HES yapıp kurutma hedefi, altın ve gümüş madenleri başta olmak üzere doğa koruma alanlarını bile madenciliğe açma çabası, Akkuyu konusundaki gözü kara politikalar ve iklim değişikliğine karşı inadına kömürlü termik santrallere hız verme kararlılığı bunlara eklenmeli. İstihdam ve ekonomik büyümenin motoru olarak yol ve konut inşaatlarını seçtiğiniz zaman zaten hem taş ocaklarından çimento fabrikalarına kadar doğayı tahrip eden bir kaynak yağmasını, hem de fosil yakıt kullanımını hızlandıran enerji üretimini mecburi hale getirirsiniz. Ekolojik açıdan bundan daha yanlış politikaları bir araya getirmek zordur.
Japonya’da yakın zamanda yaşanan deprem ve ardından bölge insanlarını felaketle tehdit eden Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki sızıntı, Çernobil’den sonra dünyaya bir kez daha bu alandaki tehlikeyi gösterdi. Buna karşın Türkiye’de halen nükleer santral yapılmak istenmesi konusundaki direnci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun iki nedeni var. Birincisi hükümetin hızlı büyüme politikaları nedeniyle gerektiği varsayılan enerji yatırımları için olası her teknolojiyi ve kaynağı kullanmak istemesi. Nükleer enerji de merkezi bir şekilde diğerlerine göre oldukça yüksek bir kurulu güç sağlaması nedeniyle büyük ve hızlı bir enerji yatırımı olarak tercih ediliyor. Tabii bu noktada da yanılgı üzerine yanılgı söz konusu. Çünkü nükleerin hem özel sektörün devlet garantisi veya ortaklığı olmadan yatırım yapamayacağı kadar pahalı bir yatırım olduğu göz ardı ediliyor, hem de nükleer santraller hızlıca kurulabilen şeyler olmadığı... Akkuyu için yapmayı istedikleri toplam 4800 MW kapasiteli 4 reaktörden oluşan nükleer santralın tamamını 10-15 yıldan önce işletmeye almaları hayal. Ama yine de bir yandan nükleeri ileri teknoloji sanan bir teknoloji hayranlığı, bir yandan birilerinin bu sayede nükleer silah hammaddesi de üretebileceklerine dair çocuksu hayalleri, bir yandan da nükleere sahip ülkelerin büyük ve gelişmiş ülke olduğuna dair eski moda bir “büyük devlet” anlayışı gözlerinin Fukuşima’yı falan görmemesine neden oluyor. Öte yandan Çernobil ve Fukuşima’nın yarattığı faciayı kavrayabildiklerine de emin değilim. Bir tür ideolojik körlük nedeniyle gerçek tabloyu göremiyor olabilirler.
İkinci neden ise Rusya ile yaptıkları anlaşmanın gerisindeki bilemediğimiz bağlayıcı sözler. Türkiye başka şirketler yeterince ilgilenmediği için Akkuyu projesini ihalesiz bir şekilde altın tepside Rusya’ya takdim etti. Uluslararası bir anlaşma olduğu için hukuki denetime de tabi değil. Dava biel açamıyorsunuz. Hatta ÇED’e tabi olmaktan bile çıkardılar.
Anlaşmaya göre Türkiye Akkuyu’daki alanı bedelsiz bir şekilde yaklaşık olarak 100 seneliğine, neredeyse bir askeri üs verir gibi Rusya’nın devlet şirketi Rosatom’a hediye etmiş durumda. Rosatom burada nükleer santral yapacak, işletecek, ürettiği elektriği gayet pahalı fiyattan ve en az 5 sene alım garantisiyle Türkiye’ye satacak ve söküm aşaması da dahil olmak üzere ömrünün sonuna kadar nükleer santralin sahibi olacak. Anlaşmada Rosatom’un payının %51’in altına düşemeyeceği yazılı. Ama radyoaktif atıkları ne yapacakları belli değil. Ya da mesela bir kaza halinde Rusya’nın sorumluluğu 700 milyon doları geçmez gibi hükümler var. Oysa Fukuşima’da şirketin ödeyeceği tazminat miktarı şimdiden 10 milyar doları buldu. Bu kadar Türkiye’nin ekonomik olarak da işine yaramayacak, bırakın ekolojiyi, ulusal çıkar gözlüğüyle bile kabul edilemez olan, bu kadar Rusya’nın işine yarayan bir anlaşmanın imzalanmış olmasının arkasında bir nükleer santral kara sevdasının ötesinde nedenler olabilir.
Akkuyu’ya yapılacak olan şey fiziken Türkiye sınırları içinde olsa da bir Rus nükleer santralı olacak. Dünyada benzeri olmayan bu durumla Türkiye’nin enerjide Rusya’ya bağımlılığı %80’ler mertebesine çıkacak. Bu kadar saçma bir anlaşmanın yapılmasının veya Başbakan Erdoğan’ın Fukuşima kazasından üç gün sonra Moskova’ya gidip Akkuyu projesinin aynen devam ettiğine dair güvence verme ihtiyacı duymasının nedenini ben bilmiyorum. Rusya’yla bu anlaşma imzalanmadan hemen önce yapılan 20 başlıklı ekonomik işbirliği anlaşmasının satır aralarında nelerin gizli olduğunu ya da kapalı kapılar ardında ne gibi sözler verildiğini bilmiyoruz. Zaten Akkuyu projesi ve bu anlaşmalar şeffaflıktan uzak bir şekilde yapıldı, ciddi bir demokratik zafiyet belirtisi haline geldi. Buna bir de Türkiye’de halkın üçte ikisinin nükleer santral istemediği gerçeğini ekleyebilirsiniz. Yani bu kara sevda demokrasi adına da kara bir leke.
Dünyada son yıllarda yeni nükleer santral yapan ülke var mı? Türkiye’de 3. nesil reaktör yapılacağı iddialarını nasıl karşılıyorsunuz?
Var tabii. Ama bu ülkeler Rusya, Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler. ABD’de yeni yapılan santral yok. Fukuşima’dan sonra eksilerin kapatılması konuşuluyor. Almanya’da 17 reaktörden 7’si hemen kapatıldı bile. Almanya’da yeni proje olmadığı gibi nükleerden çıkış yaklaşımı tekrar gündeme geldi. Japonya yeni projeleri askıya aldı. Çin bile planlama aşamasındaki projeleri durdurdu. Sadece nükleere boğazına kadar batmış Finlandiya ve Fransa’da yeni reaktör yapımları var. O da birer tane. Ama Finlandiya’daki santralın yapımı bir skandala dönüştü bile. Bir türlü bitmiyor ve başladığından beri maliyeti iki katına çıktı.
Dünyada henüz çalışır halde bir üçüncü nesil reaktör yok. Finlandiya’nın santralı biterse üçüncü nesil olacak. Türkiye’ye yapılmak istenen VVER-1200 de güya üçüncü nesil ama, ikinci nesil olan kardeşi VVER-1000’den tek farkının biraz daha topluca olması olduğu söyleniyor. Zaten üçüncü nesil başka bir tür aldatmaca. Dünyada halen bulunan reaktörlerin tamamına yakını ikinci nesil, bu yeni modellerin çalışma prensipleri, atıkları, tasarımları da aşağı yukarı bunlarla aynı. Sadece güvenlik önlemlerinin daha fazla olduğu söyleniyor ama, yapılacak modelin çalışan bir örneği olmayınca bir tasarım hatası olup olmadığını bilemezsiniz. Akkuyu da modelinin ilk örneği olacak. Üstelik Rusların İran’da yaptığı benzer bir reaktörün daha yapım aşamasında tasarım hatası saptandığı söyleniyor. Yani üçüncü nesil lafı beyaz eşyalarda olduğu gibi reklama yönelik bir şeyin ötesinde değil aslında.
Başbakan’ın kısa süre önce açıkladığı “Kanal İstanbul” projesini çevresel koşullar ve bölgenin ekolojik dengesi vs. açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekçi buluyor musunuz?
Teknik açıdan gerçekçi olabilir, ama politik ve ekolojik açıdan büyük bir hata. Bir kere Boğaz’dan tanker geçişini azaltmak mantıklı bir bahane değil. Rusya petrol üretimini arttırdığı sürece kanal da yapsanız tanker sayısı artacağı için Boğaz’dan tanker geçişi durmaz, belki bir kısmı kanaldan geçer, ama bunun anlamlı bir katkısı olmaz. Ama daha da önemlisi kanalın yaklaşık 15 sene sonrasını hedeflemesi. Acaba 15 sene sonra Rusya hala bu kadar çok petrol üretiyor olacak mı? Dünyadaki bütün anlamlı petrol rezervlerinin yaklaşık 40 yıllık bir ömrü kaldığını düşünürseniz ve Rusya’nın da petrol rezervleri kısıtlı olduğu halde halen dünyanın en çok petrol üreten ülkesi olduğunu hesaba katarsanız, 15-20 yıl sonra ve daha uzun vadede Rusya’nın hala bu kadar önemli bir petrol üreticisi olacağını nasıl garanti ediyorsunuz? Küresel ısınmadan ise hiç bahsetmiyorum bile. Birileri bunları hesapladı mı merak ediyorum doğrusu.
Zaten bu projenin asıl nedeni bu değil. Asıl neden yeni konut ve yol yapımıyla ekonomiyi canlandırma kararı, her zamanki politikaları yani. Ama bu sefer yer kıtlığı çeken İstanbul’un kuzeye, Karadeniz kıyılarına doğru büyümesini sağlamak istiyorlar. Bu da İstanbul’un hala nefes almasını sağlayan son ormanların ve yeşil alanların yok olması, su kaynaklarının tehlikeye girmesi, kuzeyden gelen hava akımının kesilmesi, ormanların toz tutucu etkisinin kaybolması, hatta yerel iklimin değişmesi demek. İstanbul’un büyük bir kent olduğu için ekolojik ihtiyaçları olmadığını sanıyor olsalar gerek. Evet büyük kentlerde gıda üretimi yapmayıp domatesi bin kilometre öteden getirebilirsiniz belki, ama havayı ve suyu sağlayacak, nemi ve rüzgarı düzenleyecek şey yine de yerel ekolojidir. Bunlar İstanbul’un yerel ekolojisini bitireceği gibi Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan karbon emisyonlarını da fırlatacak projeler ne yazık ki. Bu açıdan Kyoto’ya ve tüm uluslararası iklim politikalarına da aykırı.
Nükleer Santral inadı gibi bir de doğayı katletme pahasına yapılan/yapılmakta olan HES’ler var. HES’lerin çevre ve insanlar için yarattığı tehditler ile ilgili olarak neler söylersiniz?
Enerji oburluğunun yarattığı en büyük yıkımlardan biri bu HES’ler. Hükümet Karadeniz ve Akdeniz’deki bütün akarsuları, en ufak dereye, hatta dereleri besleyen küçük su akıntılarına kadar doğadan koparıp tünellere ve borulara hapseden, binlerce HES’le bütün suları özel şirketlere tahsis eden bir politika izliyor. Bu konuda Türkiye tarihinin en saldırgan politikası bu. Çok sayıda şirket bu işe giriyor, çünkü çok karlı, kendini 2-3 yılda amorti eden yatırımlar. Ama sadece dereleri kuruttuğu ve inşaatlar sırasında yarattığı doğa yıkımı için değil, suları asıl sahibi olan köylülerin ve diğer canlıların kullanımını engelleyip şirketlere teslim ettiği için de karşı çıkmak gerekiyor. Anadolu’da HES’lere karşı bugüne kadar örneği görülmemiş büyüklükte ve yaygınlıkta bir mücadele yürüyor.Kazanılan onlarca dava var, ama bunlar tek başına Bir yanda Derelerin Kardeşliği Platformu gibi yapılarda bir araya gelen yerel ekoloji mücadeleleri, bir yanda Türkiye’nin bütün bölgelerinden yollara düşüp kırk gün yürüyüp Ankara’ya akan Büyük Anadolu Yürüyüşü gibi hareketler artık Anadolu’da suları ve yaşamı tehdit altında olan kitleler için bıçağın kemiğe dayandığını gösteriyor. Bu yanıyla ekoloji hareketlerinin en canlı dönemini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bir yandan HES’ler, bir yandan nükleere, bir yandan altın madenleri vb. Ama bu hareket gerçek bir siyasi güce dönüşebilmiş değil henüz.
Çevre katliamları bitecek gibi değil ne yazık ki. Yakınlarda Kütahya Gümüşköy’deki gümüş madenindeki göçük ve siyanür sızıntısından tutun, baraj altlarında bırakılan tarihi ve kültürel miraslara kadar söylenecek ve anlatılacak çok şey var aslında. Çevre konusundaki hassasiyeti artırmak, çevre katliamlarını bir ölçüde olsun önleyebilmek için nasıl bir mücadele yürütülmeli sizce?
Bence hassasiyet artışıyla çözülebilecek bir sorun değil bu. Toplum çevre konusunda çok hassas olsa, milyonlarca ton siyanürlü, ağır metal dolu bir atık barajının kendi köyü yakınlarına kurulmasına izin vermez diye düşünülür. Ama bir yanda da yoksulluk var, işsizlik var, siyasi bağlantılar veya aile, cemaat ilişkileri falan var. Devletten korku var. Teknolojiye her şeye rağmen bir güven var. Bu işi hassasiyetle veya farkındalık artışıyla çözmek, klasik Batı çevreciliğinin yanılgısı bence. Ya da Türkiye gibi ülkelere yeterince uygun bir model değil diyelim. Ben ekoloji mücadelesinde başarı kazanmanın bunu ancak siyasi mücadeleyle birleştirmekle veya başlı başına siyasi bir mücadele haline getirmekle mümkün olduğuna inananlardanım. Kendi yaşamına ve geleceğine sahip çıkan insanların, yani halkın, ekolojik kaygılarıyla geçim kaynaklarını, ekonomisini, kültürünü ve geleceğini bir ve eş tutacağı bir siyasi programın etrafında buluşmasını sağlamak gerekiyor. Bu buluşmayı hemen başarmak zorundayız hem de. Küresel ısınmanın ve ekolojik krizin bugün geldiği noktada uzaktaki güzel günleri beklemekle veya hayal etmekle yetinemeyiz. Hemen bugün sokakta, mecliste, siyasi partilerde ve sivil toplum örgütlerinde, yapabileceğimiz her şekilde ve her yöntemle ekoloji mücadelesini yükseltmeliyiz.
Sizin eklemek istedikleriniz var mı?
Benim hem ekoloji mücadelesi içinde, hem de halk sağlıkçı olarak yapmaya çalıştıklarımda Türk Tabipleri Birliği’nin önemli bir yeri vardır. Özellikle 2001’de Bergama altın madeniyle ilgili olarak TÜBİTAK’ın yayınladığı bilim dışı raporu mahkum eden Bergama raporumuzun (Zuhal hoca ile birlikte TTB adına yazmıştık), tarihi bir belge olduğunu düşünüyorum. Hem altın madenleri sorununun bugün geldiği nokta açısından, hem de bilimin şirketler tarafından nasıl kullanıldığını gösteren bir ibret vesikası olarak. TTB ve tabip odalarının 90lardan bu yana nükleer karşıtı hareketteki yeri de çok önemlidir. TTB’nin ve hekim arkadaşlarımızın ekoloji mücadelesindeki emeğini anmanın önemli olduğunu düşünüyorum yani. Ama bu ilgiyi mesleki katkının ötesine taşımak gerektiğini, örgütümüzün ekoloji mücadelesinde de emek mücadelesinde olduğu kadar baskın ve belirleyici olması gerektiğini düşünüyorum. Umarım hekim arkadaşlarımızın bu konudaki politik duyarlığı daha da yoğunlaşır.
Teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim, kolaylıklar dilerim.
Sayın Şahin, Uzun yıllardır yeşil hareketin içinde yer alan bir aktivist olarak, Türkiye’nin en ivedi çevre sorunları arasında neleri sayarsınız?
Bence artık spesifik olarak Türkiye’nin çevre sorunlarından söz edilebilecek zamanlar geride kaldı. Şu anda aşırı kalkınmacı ekonomi politikalarının, sosyal adaletsizliğin ve demokratik sistemdeki yozlaşmanın doğayı yıkıma uğratmasından ve hem ülkenin hem de gezegenin ekolojik dengelerini yok etmesinden söz etmek daha doğru olur. Bu anlamda geçmişten beri devam eden yanlış enerji, ulaşım, tarım ve istihdam politikaları açgözlü bir ekonomik büyüme ve kalkınma anlayışıyla birleşince son birkaç yıldır doğaya ve ekosisteme yönelik eskisinden çok daha şiddetli bir saldırı başladı. Bu politikaların bütününü ve yarattığı yıkımı görmek yerine klasik anlayışla hava ve su kirliliğinden, ormansızlaşmadan ve erozyondan, sulak alanların yok olmasından veya çevre mevzuatındaki yetersizliklerden söz etmek yanıltıcı olur.
AKP Hükümeti’nin çevre politikalarını, çevre konusundaki yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKP işte sözünü ettiğim bu açgözlü büyümeci ve kalkınmacı anlayışın en gözü kara savunucusu. AKP’nin çevre politikası yok. Daha doğrusu sürdürülebilir kalkınma gibi gerçekte yıkımı meşrulaştırıcı bir anlam içeren, ama hesapta çevreci sloganları kullanıp, ya da enerji verimliliğiyle ilgili laftan ibaret kampanyalar yapıp neden oldukları yıkımı gizlemeye çalıştıkları oluyor ara sıra… Ama genelde ona bile ihtiyaç duymuyorlar. AKP’nin çevre politikasını Başbakan’ın nükleer kazayla tüp gaz patlamasını karşılaştırması, ya da arkeolojik zenginliklere çanak çömlek demesi simgeleyebilir. Ama daha da önemli bir gösterge, İstanbul’un son kalan ormanlık alanlarını ve su kaynaklarını yok edecek şekilde kuzeye doğru genişlemesini amaçlayan üçüncü köprü-kanal-ikinci İstanbul üçüz projeleri. Tabii ülkenin bütün akarsularını, en ufak dereye varıncaya kadar HES yapıp kurutma hedefi, altın ve gümüş madenleri başta olmak üzere doğa koruma alanlarını bile madenciliğe açma çabası, Akkuyu konusundaki gözü kara politikalar ve iklim değişikliğine karşı inadına kömürlü termik santrallere hız verme kararlılığı bunlara eklenmeli. İstihdam ve ekonomik büyümenin motoru olarak yol ve konut inşaatlarını seçtiğiniz zaman zaten hem taş ocaklarından çimento fabrikalarına kadar doğayı tahrip eden bir kaynak yağmasını, hem de fosil yakıt kullanımını hızlandıran enerji üretimini mecburi hale getirirsiniz. Ekolojik açıdan bundan daha yanlış politikaları bir araya getirmek zordur.
Japonya’da yakın zamanda yaşanan deprem ve ardından bölge insanlarını felaketle tehdit eden Fukuşima Nükleer Santrali’ndeki sızıntı, Çernobil’den sonra dünyaya bir kez daha bu alandaki tehlikeyi gösterdi. Buna karşın Türkiye’de halen nükleer santral yapılmak istenmesi konusundaki direnci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunun iki nedeni var. Birincisi hükümetin hızlı büyüme politikaları nedeniyle gerektiği varsayılan enerji yatırımları için olası her teknolojiyi ve kaynağı kullanmak istemesi. Nükleer enerji de merkezi bir şekilde diğerlerine göre oldukça yüksek bir kurulu güç sağlaması nedeniyle büyük ve hızlı bir enerji yatırımı olarak tercih ediliyor. Tabii bu noktada da yanılgı üzerine yanılgı söz konusu. Çünkü nükleerin hem özel sektörün devlet garantisi veya ortaklığı olmadan yatırım yapamayacağı kadar pahalı bir yatırım olduğu göz ardı ediliyor, hem de nükleer santraller hızlıca kurulabilen şeyler olmadığı... Akkuyu için yapmayı istedikleri toplam 4800 MW kapasiteli 4 reaktörden oluşan nükleer santralın tamamını 10-15 yıldan önce işletmeye almaları hayal. Ama yine de bir yandan nükleeri ileri teknoloji sanan bir teknoloji hayranlığı, bir yandan birilerinin bu sayede nükleer silah hammaddesi de üretebileceklerine dair çocuksu hayalleri, bir yandan da nükleere sahip ülkelerin büyük ve gelişmiş ülke olduğuna dair eski moda bir “büyük devlet” anlayışı gözlerinin Fukuşima’yı falan görmemesine neden oluyor. Öte yandan Çernobil ve Fukuşima’nın yarattığı faciayı kavrayabildiklerine de emin değilim. Bir tür ideolojik körlük nedeniyle gerçek tabloyu göremiyor olabilirler.
İkinci neden ise Rusya ile yaptıkları anlaşmanın gerisindeki bilemediğimiz bağlayıcı sözler. Türkiye başka şirketler yeterince ilgilenmediği için Akkuyu projesini ihalesiz bir şekilde altın tepside Rusya’ya takdim etti. Uluslararası bir anlaşma olduğu için hukuki denetime de tabi değil. Dava biel açamıyorsunuz. Hatta ÇED’e tabi olmaktan bile çıkardılar.
Anlaşmaya göre Türkiye Akkuyu’daki alanı bedelsiz bir şekilde yaklaşık olarak 100 seneliğine, neredeyse bir askeri üs verir gibi Rusya’nın devlet şirketi Rosatom’a hediye etmiş durumda. Rosatom burada nükleer santral yapacak, işletecek, ürettiği elektriği gayet pahalı fiyattan ve en az 5 sene alım garantisiyle Türkiye’ye satacak ve söküm aşaması da dahil olmak üzere ömrünün sonuna kadar nükleer santralin sahibi olacak. Anlaşmada Rosatom’un payının %51’in altına düşemeyeceği yazılı. Ama radyoaktif atıkları ne yapacakları belli değil. Ya da mesela bir kaza halinde Rusya’nın sorumluluğu 700 milyon doları geçmez gibi hükümler var. Oysa Fukuşima’da şirketin ödeyeceği tazminat miktarı şimdiden 10 milyar doları buldu. Bu kadar Türkiye’nin ekonomik olarak da işine yaramayacak, bırakın ekolojiyi, ulusal çıkar gözlüğüyle bile kabul edilemez olan, bu kadar Rusya’nın işine yarayan bir anlaşmanın imzalanmış olmasının arkasında bir nükleer santral kara sevdasının ötesinde nedenler olabilir.
Akkuyu’ya yapılacak olan şey fiziken Türkiye sınırları içinde olsa da bir Rus nükleer santralı olacak. Dünyada benzeri olmayan bu durumla Türkiye’nin enerjide Rusya’ya bağımlılığı %80’ler mertebesine çıkacak. Bu kadar saçma bir anlaşmanın yapılmasının veya Başbakan Erdoğan’ın Fukuşima kazasından üç gün sonra Moskova’ya gidip Akkuyu projesinin aynen devam ettiğine dair güvence verme ihtiyacı duymasının nedenini ben bilmiyorum. Rusya’yla bu anlaşma imzalanmadan hemen önce yapılan 20 başlıklı ekonomik işbirliği anlaşmasının satır aralarında nelerin gizli olduğunu ya da kapalı kapılar ardında ne gibi sözler verildiğini bilmiyoruz. Zaten Akkuyu projesi ve bu anlaşmalar şeffaflıktan uzak bir şekilde yapıldı, ciddi bir demokratik zafiyet belirtisi haline geldi. Buna bir de Türkiye’de halkın üçte ikisinin nükleer santral istemediği gerçeğini ekleyebilirsiniz. Yani bu kara sevda demokrasi adına da kara bir leke.
Dünyada son yıllarda yeni nükleer santral yapan ülke var mı? Türkiye’de 3. nesil reaktör yapılacağı iddialarını nasıl karşılıyorsunuz?
Var tabii. Ama bu ülkeler Rusya, Çin, Hindistan, Güney Kore gibi ülkeler. ABD’de yeni yapılan santral yok. Fukuşima’dan sonra eksilerin kapatılması konuşuluyor. Almanya’da 17 reaktörden 7’si hemen kapatıldı bile. Almanya’da yeni proje olmadığı gibi nükleerden çıkış yaklaşımı tekrar gündeme geldi. Japonya yeni projeleri askıya aldı. Çin bile planlama aşamasındaki projeleri durdurdu. Sadece nükleere boğazına kadar batmış Finlandiya ve Fransa’da yeni reaktör yapımları var. O da birer tane. Ama Finlandiya’daki santralın yapımı bir skandala dönüştü bile. Bir türlü bitmiyor ve başladığından beri maliyeti iki katına çıktı.
Dünyada henüz çalışır halde bir üçüncü nesil reaktör yok. Finlandiya’nın santralı biterse üçüncü nesil olacak. Türkiye’ye yapılmak istenen VVER-1200 de güya üçüncü nesil ama, ikinci nesil olan kardeşi VVER-1000’den tek farkının biraz daha topluca olması olduğu söyleniyor. Zaten üçüncü nesil başka bir tür aldatmaca. Dünyada halen bulunan reaktörlerin tamamına yakını ikinci nesil, bu yeni modellerin çalışma prensipleri, atıkları, tasarımları da aşağı yukarı bunlarla aynı. Sadece güvenlik önlemlerinin daha fazla olduğu söyleniyor ama, yapılacak modelin çalışan bir örneği olmayınca bir tasarım hatası olup olmadığını bilemezsiniz. Akkuyu da modelinin ilk örneği olacak. Üstelik Rusların İran’da yaptığı benzer bir reaktörün daha yapım aşamasında tasarım hatası saptandığı söyleniyor. Yani üçüncü nesil lafı beyaz eşyalarda olduğu gibi reklama yönelik bir şeyin ötesinde değil aslında.
Başbakan’ın kısa süre önce açıkladığı “Kanal İstanbul” projesini çevresel koşullar ve bölgenin ekolojik dengesi vs. açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Gerçekçi buluyor musunuz?
Teknik açıdan gerçekçi olabilir, ama politik ve ekolojik açıdan büyük bir hata. Bir kere Boğaz’dan tanker geçişini azaltmak mantıklı bir bahane değil. Rusya petrol üretimini arttırdığı sürece kanal da yapsanız tanker sayısı artacağı için Boğaz’dan tanker geçişi durmaz, belki bir kısmı kanaldan geçer, ama bunun anlamlı bir katkısı olmaz. Ama daha da önemlisi kanalın yaklaşık 15 sene sonrasını hedeflemesi. Acaba 15 sene sonra Rusya hala bu kadar çok petrol üretiyor olacak mı? Dünyadaki bütün anlamlı petrol rezervlerinin yaklaşık 40 yıllık bir ömrü kaldığını düşünürseniz ve Rusya’nın da petrol rezervleri kısıtlı olduğu halde halen dünyanın en çok petrol üreten ülkesi olduğunu hesaba katarsanız, 15-20 yıl sonra ve daha uzun vadede Rusya’nın hala bu kadar önemli bir petrol üreticisi olacağını nasıl garanti ediyorsunuz? Küresel ısınmadan ise hiç bahsetmiyorum bile. Birileri bunları hesapladı mı merak ediyorum doğrusu.
Zaten bu projenin asıl nedeni bu değil. Asıl neden yeni konut ve yol yapımıyla ekonomiyi canlandırma kararı, her zamanki politikaları yani. Ama bu sefer yer kıtlığı çeken İstanbul’un kuzeye, Karadeniz kıyılarına doğru büyümesini sağlamak istiyorlar. Bu da İstanbul’un hala nefes almasını sağlayan son ormanların ve yeşil alanların yok olması, su kaynaklarının tehlikeye girmesi, kuzeyden gelen hava akımının kesilmesi, ormanların toz tutucu etkisinin kaybolması, hatta yerel iklimin değişmesi demek. İstanbul’un büyük bir kent olduğu için ekolojik ihtiyaçları olmadığını sanıyor olsalar gerek. Evet büyük kentlerde gıda üretimi yapmayıp domatesi bin kilometre öteden getirebilirsiniz belki, ama havayı ve suyu sağlayacak, nemi ve rüzgarı düzenleyecek şey yine de yerel ekolojidir. Bunlar İstanbul’un yerel ekolojisini bitireceği gibi Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan karbon emisyonlarını da fırlatacak projeler ne yazık ki. Bu açıdan Kyoto’ya ve tüm uluslararası iklim politikalarına da aykırı.
Nükleer Santral inadı gibi bir de doğayı katletme pahasına yapılan/yapılmakta olan HES’ler var. HES’lerin çevre ve insanlar için yarattığı tehditler ile ilgili olarak neler söylersiniz?
Enerji oburluğunun yarattığı en büyük yıkımlardan biri bu HES’ler. Hükümet Karadeniz ve Akdeniz’deki bütün akarsuları, en ufak dereye, hatta dereleri besleyen küçük su akıntılarına kadar doğadan koparıp tünellere ve borulara hapseden, binlerce HES’le bütün suları özel şirketlere tahsis eden bir politika izliyor. Bu konuda Türkiye tarihinin en saldırgan politikası bu. Çok sayıda şirket bu işe giriyor, çünkü çok karlı, kendini 2-3 yılda amorti eden yatırımlar. Ama sadece dereleri kuruttuğu ve inşaatlar sırasında yarattığı doğa yıkımı için değil, suları asıl sahibi olan köylülerin ve diğer canlıların kullanımını engelleyip şirketlere teslim ettiği için de karşı çıkmak gerekiyor. Anadolu’da HES’lere karşı bugüne kadar örneği görülmemiş büyüklükte ve yaygınlıkta bir mücadele yürüyor.Kazanılan onlarca dava var, ama bunlar tek başına Bir yanda Derelerin Kardeşliği Platformu gibi yapılarda bir araya gelen yerel ekoloji mücadeleleri, bir yanda Türkiye’nin bütün bölgelerinden yollara düşüp kırk gün yürüyüp Ankara’ya akan Büyük Anadolu Yürüyüşü gibi hareketler artık Anadolu’da suları ve yaşamı tehdit altında olan kitleler için bıçağın kemiğe dayandığını gösteriyor. Bu yanıyla ekoloji hareketlerinin en canlı dönemini yaşadığımızı söyleyebiliriz. Bir yandan HES’ler, bir yandan nükleere, bir yandan altın madenleri vb. Ama bu hareket gerçek bir siyasi güce dönüşebilmiş değil henüz.
Çevre katliamları bitecek gibi değil ne yazık ki. Yakınlarda Kütahya Gümüşköy’deki gümüş madenindeki göçük ve siyanür sızıntısından tutun, baraj altlarında bırakılan tarihi ve kültürel miraslara kadar söylenecek ve anlatılacak çok şey var aslında. Çevre konusundaki hassasiyeti artırmak, çevre katliamlarını bir ölçüde olsun önleyebilmek için nasıl bir mücadele yürütülmeli sizce?
Bence hassasiyet artışıyla çözülebilecek bir sorun değil bu. Toplum çevre konusunda çok hassas olsa, milyonlarca ton siyanürlü, ağır metal dolu bir atık barajının kendi köyü yakınlarına kurulmasına izin vermez diye düşünülür. Ama bir yanda da yoksulluk var, işsizlik var, siyasi bağlantılar veya aile, cemaat ilişkileri falan var. Devletten korku var. Teknolojiye her şeye rağmen bir güven var. Bu işi hassasiyetle veya farkındalık artışıyla çözmek, klasik Batı çevreciliğinin yanılgısı bence. Ya da Türkiye gibi ülkelere yeterince uygun bir model değil diyelim. Ben ekoloji mücadelesinde başarı kazanmanın bunu ancak siyasi mücadeleyle birleştirmekle veya başlı başına siyasi bir mücadele haline getirmekle mümkün olduğuna inananlardanım. Kendi yaşamına ve geleceğine sahip çıkan insanların, yani halkın, ekolojik kaygılarıyla geçim kaynaklarını, ekonomisini, kültürünü ve geleceğini bir ve eş tutacağı bir siyasi programın etrafında buluşmasını sağlamak gerekiyor. Bu buluşmayı hemen başarmak zorundayız hem de. Küresel ısınmanın ve ekolojik krizin bugün geldiği noktada uzaktaki güzel günleri beklemekle veya hayal etmekle yetinemeyiz. Hemen bugün sokakta, mecliste, siyasi partilerde ve sivil toplum örgütlerinde, yapabileceğimiz her şekilde ve her yöntemle ekoloji mücadelesini yükseltmeliyiz.
Sizin eklemek istedikleriniz var mı?
Benim hem ekoloji mücadelesi içinde, hem de halk sağlıkçı olarak yapmaya çalıştıklarımda Türk Tabipleri Birliği’nin önemli bir yeri vardır. Özellikle 2001’de Bergama altın madeniyle ilgili olarak TÜBİTAK’ın yayınladığı bilim dışı raporu mahkum eden Bergama raporumuzun (Zuhal hoca ile birlikte TTB adına yazmıştık), tarihi bir belge olduğunu düşünüyorum. Hem altın madenleri sorununun bugün geldiği nokta açısından, hem de bilimin şirketler tarafından nasıl kullanıldığını gösteren bir ibret vesikası olarak. TTB ve tabip odalarının 90lardan bu yana nükleer karşıtı hareketteki yeri de çok önemlidir. TTB’nin ve hekim arkadaşlarımızın ekoloji mücadelesindeki emeğini anmanın önemli olduğunu düşünüyorum yani. Ama bu ilgiyi mesleki katkının ötesine taşımak gerektiğini, örgütümüzün ekoloji mücadelesinde de emek mücadelesinde olduğu kadar baskın ve belirleyici olması gerektiğini düşünüyorum. Umarım hekim arkadaşlarımızın bu konudaki politik duyarlığı daha da yoğunlaşır.
Teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim, kolaylıklar dilerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder