Bu yazı, 21 Ekim 2004'te, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu'nun İstanbul'da Hilton Convention Center'da gerçekleştirdiği grup toplantısında Yeşiller adına yaptığım konuşmanın metnidir.
Çevre hareketinin ortaklığından ve nasıl birlikte davranacağımızdan söz ettiğimize göre çevre ve ekoloji mücadelesinin içinde yer alan birbirinden ayrı bireylerden, gruplardan ve daha da önemlisi anlayışlardan söz diyoruz demektir. Bence de bu anlayış farklılıklarını tartışmak doğru ve önemli. Uzun yıllardır bu hareketin içinde aktif olarak yer alan bir kişi olarak sizlere hem Türkiye Yeşilleri’nin bu konudaki pozisyonunu aktarmak, hem de elbette kişisel gözlemlerimden de yola çıkarak birlikte olmak için bugün nasıl bir yol izlemeleyiz sorusunu (aslında zaten ne yapıyoruz ve ne yapmamız gerçekçi ve uygun görünüyordan yola çıkarak) anlatmak istiyorum. Tabii Avrupa Yeşilleriyle birlikte ne yapabileceğimizi de tartışacağız.
Türkiye’de yeşillerin, çevrecilerin, ekolojistlerin birlikte çalışmaları ve iletişim içinde olmaları sorunu uzun süredir tartışılan, zaman zaman kolaylıkla aşılan, zaman zaman gerilimlere neden olan bir konudur. Konunun önemini ve çözüm yollarını tartışabilmek için önce Türkiye’de yeşil hareketin ve çevre mücadelelerinin geçtiği yolların ve tarihsel gelişimin birbirinden kopuk olmadığını teslim etmek gerekir. Türkiye’de yeşil hareket çevre mücadelesinden, ya da çevrecilik yeşil hareketten doğmuş değildir. Aslında tüm bu akımlar birlikte doğmuş, birlikte gelişmiş, yaşadıkları ortaklıklar ve ayrışmalarla tarihlerini birlikte yazmışlardır. Bu nedenle tartışmayı birbirinden ayrı gelişim süreçlerine ve bütünüyle farklı bireylere dayanan hareketlerin iletişimini konuşuyormuşuz edasıyla yapmamak gerekir.
Avrupa’da yeşil uyanışın yaşandığı 1970’li yıllar, toplumsal keskinliklerin ve eşitsizliklerin çok daha yoğun ve sarsıcı olduğu Türkiye’de politik olarak oldukça sert geçmiştir. 12 Eylül askeri müdahalesiyle başlayan karanlık dönemden çıkmaya çalışan bireyler ve gruplar demokrasi ve özgürlük taleplerini keskin politik talepler ekseninden sivil toplum mücadelesine doğru kaydırırken, yeni sosyal hareketlerin ve alternatif politik süreçlerin de önü açılmaya başlamıştır. Türkiye’de ilk yaygın ve popüler çevre mücadelelerinin doğduğu 1980’li yılların ortalarında, bir yandan da -Türkiye’nin siyasi geleneğine çok uygun olarak- söylemin hızla politikleşmesine ve yeşil politika olanaklarının tartışılmasına tanık olunur. Birkaç farklı söylemin taşıyıcılığında yürüyen bu hareketler 1988 gibi erken bir tarihte Yeşiller Partisi’nin kurulmasına öncülük eder. Yeşiller Partisi’nin etkinliği 1990’lı yılların ilk bir-iki yılında sönümlenmiştir, ancak 1990’lı yıllar, hem politik ekoloji hareketlerinin düşünsel ve metodolojik olarak çeşitlendiği bir dönem haline gelmiş, hem de bir yandan anti nükleer hareketle radikalleşmesine, bir yandan da sivil toplum örgütleriyle yerelleşmesine ve sistem içi bir unsur haline gelmesine tanıklık etmiştir. Öte yandan Çevre Bakanlığı’nın kurulması, sermaye gruplarının güdümünde çevre dernek ve vakıflarının oluşturulması ve neredeyse tüm siyasi partilerin çevre sorunlarına programlarında yer vermeleriyle çevre konusu resmi söyleme girmiş ve muhalif olmayan bir düzlemde de ifade edilebilmeye başlanmıştır.
1990’lı yılar, çevre ve ekoloji hareketlerinde bugün konuştuğumuz kırılmaların yaşanmaya asıl başlandığı yıllardır. 1990’larda ortaya çıkan irili ufaklı ekolojist gruplar bir yandan antinükleer harekette etkin olmaya çalışırken, bir yandan da farklı düşünsel geleneklerin taşıyıcılığını yapmışlardır. Anarşist, sol, derin ekolojist, hatta ulusalcı ekolojist tezlerin olgunlaştığı bu dönem, bugün yaşadığımız kırılmaların henüz netleşmediği, ama belki de bu nedenle daha sert yaşandığı bir dönemdir. Diğer yandan yine bu yıllarda yerel ve ulusal boyuttaki çevreci sivil toplum hareketleri, hem küresel siyasi anlayıştaki değişmelerin, hem de 1996’da İstanbul’da yapılan Habitat Konferansı süreciyle başlayan ve 1999 Marmara depremi sonrası artan örgütlenme ve fon olanaklarının etkisiyle giderek güç ve hacim kazanmıştır. Bu dönem aynı zamanda çevreci hareketin kendi siyasi olmayan birliğini kurmaya çalıştığı bir dönemdir ve bu süreç bugün de sürmektedir.
Dolayısıyla bugün durduğumuz yerden bir kesit aldığımızda sözünü ettiğimiz bu çeşitliliğin hala varolduğu, ama kırılmaların daha da netleştiği söylenebilir. Bugün evrensel yeşil değerleri temsil eden yeşil siyasi hareket, farklı düşünsel geleneklerden gelen ekolojistler için bir siyasi mücadele platformu olma niteliğini kazanmıştır. Öte yandan yeşil politikaya parlamentarist mücadeleyi reddetmediği için yakın durmayan ekolojist gruplar, ekolojist mücadelenin antiemperyalist bir çizgide ulusalcı söylemle yapılması gerektiğini düşünen ekolojstler, ya da mücadeleyi demokratik baskı grubu olmanın ötesine geçirmemeyi savunan daha sivil toplumcu ekolojistler varlıklarını sürdürmektedirler. Çevre hareketlerinin önemli bir kısmı ise büyük ulusal ya da küçük yerel çevre STK’larında mücadeleyi siyasileştirmeye birkaç adım daha uzak durmayı seçmektedirler.
Tüm bu kırılmalarda dikkat etmemiz gereken temel bir nitelik vardır. Ekoloji hareketleri içinde yer alan tüm bu farklı eğilimler, asıl ayrışmaları genellikle mücadele alanlarında yaşamamaktadırlar. Nükleer enerjiye, genetik değiştirilmiş organizmalara, kirletici sanayilere veya büyük barajlara karşı çıkarken, ya da küresel ısınmadan ve ormansızlaşmadan kaygı duyarken bir arada olmak bazı yöntemsel farklılıklar dışında çok zor olmamaktadır. Asıl kırılmalar Türkiye’de yüzyılların tarihsel birikiminden gelen ve cumhuriyetin de üzerine oturduğu siyasi temellerden söz ederken, ya da mücadele siyasallaşırken kaçınılmaz olarak bu siyasi ayrılıklarda taraf olmak söz konusu olduğu zaman ortaya çıkmaktadır. Bu sorun alanları uzun bir listeye dönüştürülebilir. Ama vurgulamak istediğimiz üç noktanın bütün bu ayrışmaların özünü yansıttığı söylenebilir.
Kırılma Noktaları
Birinci nokta antimilitarizmdir. Türkiye’de Yeşiller siyasi duruşlarının ana taşıyıcılarından biri olarak antimilitarizmi görmektedirler. Askeri müdahalelerin yıkıcı etkilerinin hala sürdüğü ülkemizde, savaşa karşı olmayı ordunun toplum yaşamındaki güdümünü reddederek antimilitarist düzeye taşıyan Yeşiller için antimilitarist toplumsal hareketler doğal müttefik konumundadırlar. Savaşı reddederken tüm orduları ve silahlı çözüm olasılıklarını da reddetmek ve en azından politik tartışma platformlarının dışına sürmeye çalışmak yeşiller için vazgeçilmez bir önceliktir. Oysa başta ulusalcı-antiemperyalist ekolojist çizgi olmak üzere çevreci kişi ve örgütlerin bir kısmı da Türk Silahlı Kuvvetleri’ni çözümde taraf ve söz sahibi, hatta baskın bir şekilde hak sahibi olarak görmektedirler. Yeşil politikalar bağlamında laiklik, Kemalizm gibi tartışmaların ayrışma yaratıyor görünmesinin temel nedeni bir politik tercih olarak militarizm/antimilitarizm ikiliği olabilir.
İkinci nokta ulusal ve yerel çıkarların evrensel değerlerle çelişip çelişmediği sorunsalıdır. Türkiye’de kaba bir milliyetçiliğin çevre hareketlerinde de, ekolojist politik çizgilerde de baskın durumda olduğu söylenemez. Ama emperyalizmi, küreselleşmeyi ve Batı’yı tanımlarken toplumsal eşitsizliklerde, yaşanan sömürü ve baskı süreçlerinde bütün tarihsel yüküyle ve yekpare olarak Batı’yı görmek, bir Batı (ya da Avrupa)-Türkiye dikotomisi/ikiciliği yaratmak (ki bu Avrupalılar tarafından da çokça ve oryantalist bir bakış açısıyla yapılmaktadır), ulusal bütünleşmeci ve savunmacı bir politikaya, yeşil ilkelere aykırı bir şekilde ulusal çıkar söyleminin keskinleşmesine ve giderek evrensel değerleri, küresel mücadeleyi ve dayanışmayı reddeden bir izolasyon politikasına yol açmaktadır. Yeşiller farklı dillerin, dinlerin, etnik ve kültürel özelliklerin gelişerek bir arada yaşamasını savunmakta ve bunu sadece bir ilkesel tutum olarak değil, temel bir politik tercih olarak görmektedirler. Yeşil politikalar bağlamında Kürt sorunu, AB gibi tartışmaların ayrışma yaratmasının asıl nedeni bu farklı bakış açılarıdır.
Üçüncü noktanın ise siyasi ve ekonomik bir sistem olan kapitalizmin yarattığı yıkımlara ve endüstriyalizme bakış olduğu söylenebilir. Türkiye’de yeşiller, hem Türkiye’nin tarihsel muhalefet geleneğiyle, hem de dünya yeşil hareketinin çıkış noktasıyla örtüşecek şekilde sistem karşıtı bir noktadan hareket etmektedirler. Ancak kapitalizmi bir tarihsel dünya sistemi olarak algılamak, karşı çıktığımız kapitalist sistemle, uyguladığı neoliberal politikalarla sosyal hakları yok eden, doğayı, insanın yaşama ortamını ve ekosistemleri tahrip eden, yoksulluğu derinleştiren, dünya halkları arasındaki toplumsal uçurumları derinleştiren, savaşlara yol açan bir sistem olarak mücadele etmeyi gerektirmektedir. Kapitalizmi bir mülkiyet sorunsalına indirgemek ya da kapitalizmi başaşağı çevirmeyi, ama dayandığı asıl endüstriyalist paradigmaları sorgulamadan ve tüketim toplumunu eleştirmeden sosyalist politikalara öncelik vermek yeşillerin temel tercihlerine ters olduğu gibi, kapitalizmi bir sistem olarak sorgulamadan yarattığı yıkıcı etkileri tamir etmeye çalışmak, hatta liberal politikaların çözüm oluşturabileceğini savunmak da yeşillerin ekoloji sorununu taşıdıkları siyasal düzleme aykırı düşmektedir. Bu nokta da çevreci hareketlerin önemli bir bölümüyle ve geleneksel sol hareketlerin özellikle çevre ve ekoloji alanına bakışıyla yaşanan kırılmaların temel nedenidir.
Birarada Olmanın Yolları
Yeşiller’in çevre mücadelelerine yaklaşımını belirleyen temel etmenler bu saydığımız duruşlardan anlaşıldığı gibi aşırı üretim ve tüketime karşı çıkmak, sanayileşmenin yıkıcı etkilerini bütünüyle reddetmek, sorunların çözümüne küresel düzeyde oluşturulacak yanıtların bir parçası olmak ve savaşı ve militarizmi reddetmek temelinde yükselmektedir. Yeşiller’in doğrudan demokrasi vurgusu, kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten dışlanmışlıklarını reddetmeleri ve hem evrensel düzeydeki, hem de toplumsal geleneklerdeki ekolojist değerleri sahiplenme çabası çevre mücadelesindeki tercihlerini de belirlemektedir.
Çevre hareketleri ve doğa korumacılar ne yazık ki 1980’lerde başlayan ve Türkiye’nin hala karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikenin, politikanın çözüm olmadığı, sorunların siyasetle çözülemeyeceği inancının ve siyasetten uzaklaşma eğiliminin taşıyıcılarından biri olagelmiştir. Türkiye’nin siyasi sisteminin katılıma kapalı oluşu, antidemokratikliği, içine kapalılığı, popülizmi tek geçer akçe sayması ve radikal politik tercihlere hayat şansı tanımayan kurulu düzen anlayışı, yeşil politikayı siyasi mücadele alanlarının en önde geleni olarak görmesi beklenen çevre hareketlerini, tam tersine toplumsal yaşama apolitik katılımın çıkış yerlerinden biri haline getirmiştir. Çevre hareketleri sadece sermaye çevreleri tarafından açıkça kullanıldıkları örgütlenmelerde değil, genelde de politik olmayan çözümlere sıkışıp kalmaktadırlar. Bu anlamda çevre hareketlerinin ve örgütlerinin homojen olduğu elbette söylenemez. Çevre hareketleri özellikle mücadele biçimleriyle, demokrasi anlayışlarıyla, örgütlenme tarzlarıyla ve en önemlisi de resmi ideoloji ve devlet karşısında aldıkları tutumla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu anlamda özellikle çevre hareketlerinin bölgesel platformlar temelinde örgütlenmeye başladıkları son on yıl içinde ortaya çıkan ilk ve orjinal ÇEP hareketlerini ve sonradan başlayan ÇEP örgütlenmelerini birbirinden ayırdığımızı ve eski ÇEP’leri ayrı bir yere koyduğumuzu vurgulamalıyım.
Bize göre doğanın korunmasında, ekolojik olarak yıkıcı ekonomik etkinliklerin ve yatırımların engellenmesinde, ekonomik etkinliklerin yerel düzeyde, insani ölçekte ve doğaya uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmesinde ve bu şekilde ekolojik yaşamın öncülüğünün yapılmasında, çevre hareketlerine ve yeşil siyasete düşen paylar hem ortaktır, hem de birbirini bütünlemelidir. Türkiye Yeşilleri toplumsal mücadeleyle siyasi mücadeleyi, doğrudan demokrasiyle parlementer alanda elde edilebilecek kazanımları yanyana gören evrensel yeşil değerlerin taşıyıcısı olma iddiasındadır.
Yeşiller’in çevreci ve doğa korumacı hareketlerle buluşma noktalarının başında elbette ortak mücadele alanları gelmektedir. Ne var ki kampanyalarda, platformlarda, mitinglerde, konuya odaklı toplantılarda işbirliği tek birlikte davranma ve iletişim biçimi olmamalıdır. AB sürecinin de kuvvetlendirmesi beklenen yeni siyasileşme rüzgarında yeşil politika bir kez daha ana akımlardan biri olma iddiasında olacaktır. Ama biz yeşil siyasi mücadeleyi yıllardır gerçekten yeşil ilkeler ve yeşil bir felsefe çevresinde gören bir anlayışız, yeşilleri sadece bir marka, popüler bir akım ya da moda olarak görmek ve kullanmak yeşillerin 30 yılı aşkın bir süredir devam eden onurlu politik mücadelelerine saygısızlık olur.
Çevre hareketleri ve doğa korumacılar Türkiye’de politika korkusunu yenmede ve çözümleri siyasi arenaya taşımada yeşil politikayı bir seçenek olarak görmeyi seçerlerse, yeşiller de yerel ve küresel politikalarını tabanda ve gerçek yerinde oluşturma şansına kavuşacaklardır.
Avrupalı yeşillerle ilişkilerimiz de yine yeşillerin meşru politika platformlarında dayanışmayla, sıkı bir iletişimle ve siyasi çözümleri birlikte araştırarak mümkündür. Yıllardır katıldığımız federasyon toplantıları ya da AP grubu etkinlikleri ve ikili ilişkilerimiz bize bu imkanı sağlamaktadır. AP Yeşiller grubunda ULLA ile ilgili verilen soru önergesi birlikte çalıştığımızda neler yapabileceğimizin küçük bir örneğidir.
Ümit Şahin
21 Ekim 2004, İstanbul
Çevre hareketinin ortaklığından ve nasıl birlikte davranacağımızdan söz ettiğimize göre çevre ve ekoloji mücadelesinin içinde yer alan birbirinden ayrı bireylerden, gruplardan ve daha da önemlisi anlayışlardan söz diyoruz demektir. Bence de bu anlayış farklılıklarını tartışmak doğru ve önemli. Uzun yıllardır bu hareketin içinde aktif olarak yer alan bir kişi olarak sizlere hem Türkiye Yeşilleri’nin bu konudaki pozisyonunu aktarmak, hem de elbette kişisel gözlemlerimden de yola çıkarak birlikte olmak için bugün nasıl bir yol izlemeleyiz sorusunu (aslında zaten ne yapıyoruz ve ne yapmamız gerçekçi ve uygun görünüyordan yola çıkarak) anlatmak istiyorum. Tabii Avrupa Yeşilleriyle birlikte ne yapabileceğimizi de tartışacağız.
Türkiye’de yeşillerin, çevrecilerin, ekolojistlerin birlikte çalışmaları ve iletişim içinde olmaları sorunu uzun süredir tartışılan, zaman zaman kolaylıkla aşılan, zaman zaman gerilimlere neden olan bir konudur. Konunun önemini ve çözüm yollarını tartışabilmek için önce Türkiye’de yeşil hareketin ve çevre mücadelelerinin geçtiği yolların ve tarihsel gelişimin birbirinden kopuk olmadığını teslim etmek gerekir. Türkiye’de yeşil hareket çevre mücadelesinden, ya da çevrecilik yeşil hareketten doğmuş değildir. Aslında tüm bu akımlar birlikte doğmuş, birlikte gelişmiş, yaşadıkları ortaklıklar ve ayrışmalarla tarihlerini birlikte yazmışlardır. Bu nedenle tartışmayı birbirinden ayrı gelişim süreçlerine ve bütünüyle farklı bireylere dayanan hareketlerin iletişimini konuşuyormuşuz edasıyla yapmamak gerekir.
Avrupa’da yeşil uyanışın yaşandığı 1970’li yıllar, toplumsal keskinliklerin ve eşitsizliklerin çok daha yoğun ve sarsıcı olduğu Türkiye’de politik olarak oldukça sert geçmiştir. 12 Eylül askeri müdahalesiyle başlayan karanlık dönemden çıkmaya çalışan bireyler ve gruplar demokrasi ve özgürlük taleplerini keskin politik talepler ekseninden sivil toplum mücadelesine doğru kaydırırken, yeni sosyal hareketlerin ve alternatif politik süreçlerin de önü açılmaya başlamıştır. Türkiye’de ilk yaygın ve popüler çevre mücadelelerinin doğduğu 1980’li yılların ortalarında, bir yandan da -Türkiye’nin siyasi geleneğine çok uygun olarak- söylemin hızla politikleşmesine ve yeşil politika olanaklarının tartışılmasına tanık olunur. Birkaç farklı söylemin taşıyıcılığında yürüyen bu hareketler 1988 gibi erken bir tarihte Yeşiller Partisi’nin kurulmasına öncülük eder. Yeşiller Partisi’nin etkinliği 1990’lı yılların ilk bir-iki yılında sönümlenmiştir, ancak 1990’lı yıllar, hem politik ekoloji hareketlerinin düşünsel ve metodolojik olarak çeşitlendiği bir dönem haline gelmiş, hem de bir yandan anti nükleer hareketle radikalleşmesine, bir yandan da sivil toplum örgütleriyle yerelleşmesine ve sistem içi bir unsur haline gelmesine tanıklık etmiştir. Öte yandan Çevre Bakanlığı’nın kurulması, sermaye gruplarının güdümünde çevre dernek ve vakıflarının oluşturulması ve neredeyse tüm siyasi partilerin çevre sorunlarına programlarında yer vermeleriyle çevre konusu resmi söyleme girmiş ve muhalif olmayan bir düzlemde de ifade edilebilmeye başlanmıştır.
1990’lı yılar, çevre ve ekoloji hareketlerinde bugün konuştuğumuz kırılmaların yaşanmaya asıl başlandığı yıllardır. 1990’larda ortaya çıkan irili ufaklı ekolojist gruplar bir yandan antinükleer harekette etkin olmaya çalışırken, bir yandan da farklı düşünsel geleneklerin taşıyıcılığını yapmışlardır. Anarşist, sol, derin ekolojist, hatta ulusalcı ekolojist tezlerin olgunlaştığı bu dönem, bugün yaşadığımız kırılmaların henüz netleşmediği, ama belki de bu nedenle daha sert yaşandığı bir dönemdir. Diğer yandan yine bu yıllarda yerel ve ulusal boyuttaki çevreci sivil toplum hareketleri, hem küresel siyasi anlayıştaki değişmelerin, hem de 1996’da İstanbul’da yapılan Habitat Konferansı süreciyle başlayan ve 1999 Marmara depremi sonrası artan örgütlenme ve fon olanaklarının etkisiyle giderek güç ve hacim kazanmıştır. Bu dönem aynı zamanda çevreci hareketin kendi siyasi olmayan birliğini kurmaya çalıştığı bir dönemdir ve bu süreç bugün de sürmektedir.
Dolayısıyla bugün durduğumuz yerden bir kesit aldığımızda sözünü ettiğimiz bu çeşitliliğin hala varolduğu, ama kırılmaların daha da netleştiği söylenebilir. Bugün evrensel yeşil değerleri temsil eden yeşil siyasi hareket, farklı düşünsel geleneklerden gelen ekolojistler için bir siyasi mücadele platformu olma niteliğini kazanmıştır. Öte yandan yeşil politikaya parlamentarist mücadeleyi reddetmediği için yakın durmayan ekolojist gruplar, ekolojist mücadelenin antiemperyalist bir çizgide ulusalcı söylemle yapılması gerektiğini düşünen ekolojstler, ya da mücadeleyi demokratik baskı grubu olmanın ötesine geçirmemeyi savunan daha sivil toplumcu ekolojistler varlıklarını sürdürmektedirler. Çevre hareketlerinin önemli bir kısmı ise büyük ulusal ya da küçük yerel çevre STK’larında mücadeleyi siyasileştirmeye birkaç adım daha uzak durmayı seçmektedirler.
Tüm bu kırılmalarda dikkat etmemiz gereken temel bir nitelik vardır. Ekoloji hareketleri içinde yer alan tüm bu farklı eğilimler, asıl ayrışmaları genellikle mücadele alanlarında yaşamamaktadırlar. Nükleer enerjiye, genetik değiştirilmiş organizmalara, kirletici sanayilere veya büyük barajlara karşı çıkarken, ya da küresel ısınmadan ve ormansızlaşmadan kaygı duyarken bir arada olmak bazı yöntemsel farklılıklar dışında çok zor olmamaktadır. Asıl kırılmalar Türkiye’de yüzyılların tarihsel birikiminden gelen ve cumhuriyetin de üzerine oturduğu siyasi temellerden söz ederken, ya da mücadele siyasallaşırken kaçınılmaz olarak bu siyasi ayrılıklarda taraf olmak söz konusu olduğu zaman ortaya çıkmaktadır. Bu sorun alanları uzun bir listeye dönüştürülebilir. Ama vurgulamak istediğimiz üç noktanın bütün bu ayrışmaların özünü yansıttığı söylenebilir.
Kırılma Noktaları
Birinci nokta antimilitarizmdir. Türkiye’de Yeşiller siyasi duruşlarının ana taşıyıcılarından biri olarak antimilitarizmi görmektedirler. Askeri müdahalelerin yıkıcı etkilerinin hala sürdüğü ülkemizde, savaşa karşı olmayı ordunun toplum yaşamındaki güdümünü reddederek antimilitarist düzeye taşıyan Yeşiller için antimilitarist toplumsal hareketler doğal müttefik konumundadırlar. Savaşı reddederken tüm orduları ve silahlı çözüm olasılıklarını da reddetmek ve en azından politik tartışma platformlarının dışına sürmeye çalışmak yeşiller için vazgeçilmez bir önceliktir. Oysa başta ulusalcı-antiemperyalist ekolojist çizgi olmak üzere çevreci kişi ve örgütlerin bir kısmı da Türk Silahlı Kuvvetleri’ni çözümde taraf ve söz sahibi, hatta baskın bir şekilde hak sahibi olarak görmektedirler. Yeşil politikalar bağlamında laiklik, Kemalizm gibi tartışmaların ayrışma yaratıyor görünmesinin temel nedeni bir politik tercih olarak militarizm/antimilitarizm ikiliği olabilir.
İkinci nokta ulusal ve yerel çıkarların evrensel değerlerle çelişip çelişmediği sorunsalıdır. Türkiye’de kaba bir milliyetçiliğin çevre hareketlerinde de, ekolojist politik çizgilerde de baskın durumda olduğu söylenemez. Ama emperyalizmi, küreselleşmeyi ve Batı’yı tanımlarken toplumsal eşitsizliklerde, yaşanan sömürü ve baskı süreçlerinde bütün tarihsel yüküyle ve yekpare olarak Batı’yı görmek, bir Batı (ya da Avrupa)-Türkiye dikotomisi/ikiciliği yaratmak (ki bu Avrupalılar tarafından da çokça ve oryantalist bir bakış açısıyla yapılmaktadır), ulusal bütünleşmeci ve savunmacı bir politikaya, yeşil ilkelere aykırı bir şekilde ulusal çıkar söyleminin keskinleşmesine ve giderek evrensel değerleri, küresel mücadeleyi ve dayanışmayı reddeden bir izolasyon politikasına yol açmaktadır. Yeşiller farklı dillerin, dinlerin, etnik ve kültürel özelliklerin gelişerek bir arada yaşamasını savunmakta ve bunu sadece bir ilkesel tutum olarak değil, temel bir politik tercih olarak görmektedirler. Yeşil politikalar bağlamında Kürt sorunu, AB gibi tartışmaların ayrışma yaratmasının asıl nedeni bu farklı bakış açılarıdır.
Üçüncü noktanın ise siyasi ve ekonomik bir sistem olan kapitalizmin yarattığı yıkımlara ve endüstriyalizme bakış olduğu söylenebilir. Türkiye’de yeşiller, hem Türkiye’nin tarihsel muhalefet geleneğiyle, hem de dünya yeşil hareketinin çıkış noktasıyla örtüşecek şekilde sistem karşıtı bir noktadan hareket etmektedirler. Ancak kapitalizmi bir tarihsel dünya sistemi olarak algılamak, karşı çıktığımız kapitalist sistemle, uyguladığı neoliberal politikalarla sosyal hakları yok eden, doğayı, insanın yaşama ortamını ve ekosistemleri tahrip eden, yoksulluğu derinleştiren, dünya halkları arasındaki toplumsal uçurumları derinleştiren, savaşlara yol açan bir sistem olarak mücadele etmeyi gerektirmektedir. Kapitalizmi bir mülkiyet sorunsalına indirgemek ya da kapitalizmi başaşağı çevirmeyi, ama dayandığı asıl endüstriyalist paradigmaları sorgulamadan ve tüketim toplumunu eleştirmeden sosyalist politikalara öncelik vermek yeşillerin temel tercihlerine ters olduğu gibi, kapitalizmi bir sistem olarak sorgulamadan yarattığı yıkıcı etkileri tamir etmeye çalışmak, hatta liberal politikaların çözüm oluşturabileceğini savunmak da yeşillerin ekoloji sorununu taşıdıkları siyasal düzleme aykırı düşmektedir. Bu nokta da çevreci hareketlerin önemli bir bölümüyle ve geleneksel sol hareketlerin özellikle çevre ve ekoloji alanına bakışıyla yaşanan kırılmaların temel nedenidir.
Birarada Olmanın Yolları
Yeşiller’in çevre mücadelelerine yaklaşımını belirleyen temel etmenler bu saydığımız duruşlardan anlaşıldığı gibi aşırı üretim ve tüketime karşı çıkmak, sanayileşmenin yıkıcı etkilerini bütünüyle reddetmek, sorunların çözümüne küresel düzeyde oluşturulacak yanıtların bir parçası olmak ve savaşı ve militarizmi reddetmek temelinde yükselmektedir. Yeşiller’in doğrudan demokrasi vurgusu, kadınların toplumsal yaşamdan ve siyasetten dışlanmışlıklarını reddetmeleri ve hem evrensel düzeydeki, hem de toplumsal geleneklerdeki ekolojist değerleri sahiplenme çabası çevre mücadelesindeki tercihlerini de belirlemektedir.
Çevre hareketleri ve doğa korumacılar ne yazık ki 1980’lerde başlayan ve Türkiye’nin hala karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlikenin, politikanın çözüm olmadığı, sorunların siyasetle çözülemeyeceği inancının ve siyasetten uzaklaşma eğiliminin taşıyıcılarından biri olagelmiştir. Türkiye’nin siyasi sisteminin katılıma kapalı oluşu, antidemokratikliği, içine kapalılığı, popülizmi tek geçer akçe sayması ve radikal politik tercihlere hayat şansı tanımayan kurulu düzen anlayışı, yeşil politikayı siyasi mücadele alanlarının en önde geleni olarak görmesi beklenen çevre hareketlerini, tam tersine toplumsal yaşama apolitik katılımın çıkış yerlerinden biri haline getirmiştir. Çevre hareketleri sadece sermaye çevreleri tarafından açıkça kullanıldıkları örgütlenmelerde değil, genelde de politik olmayan çözümlere sıkışıp kalmaktadırlar. Bu anlamda çevre hareketlerinin ve örgütlerinin homojen olduğu elbette söylenemez. Çevre hareketleri özellikle mücadele biçimleriyle, demokrasi anlayışlarıyla, örgütlenme tarzlarıyla ve en önemlisi de resmi ideoloji ve devlet karşısında aldıkları tutumla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu anlamda özellikle çevre hareketlerinin bölgesel platformlar temelinde örgütlenmeye başladıkları son on yıl içinde ortaya çıkan ilk ve orjinal ÇEP hareketlerini ve sonradan başlayan ÇEP örgütlenmelerini birbirinden ayırdığımızı ve eski ÇEP’leri ayrı bir yere koyduğumuzu vurgulamalıyım.
Bize göre doğanın korunmasında, ekolojik olarak yıkıcı ekonomik etkinliklerin ve yatırımların engellenmesinde, ekonomik etkinliklerin yerel düzeyde, insani ölçekte ve doğaya uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmesinde ve bu şekilde ekolojik yaşamın öncülüğünün yapılmasında, çevre hareketlerine ve yeşil siyasete düşen paylar hem ortaktır, hem de birbirini bütünlemelidir. Türkiye Yeşilleri toplumsal mücadeleyle siyasi mücadeleyi, doğrudan demokrasiyle parlementer alanda elde edilebilecek kazanımları yanyana gören evrensel yeşil değerlerin taşıyıcısı olma iddiasındadır.
Yeşiller’in çevreci ve doğa korumacı hareketlerle buluşma noktalarının başında elbette ortak mücadele alanları gelmektedir. Ne var ki kampanyalarda, platformlarda, mitinglerde, konuya odaklı toplantılarda işbirliği tek birlikte davranma ve iletişim biçimi olmamalıdır. AB sürecinin de kuvvetlendirmesi beklenen yeni siyasileşme rüzgarında yeşil politika bir kez daha ana akımlardan biri olma iddiasında olacaktır. Ama biz yeşil siyasi mücadeleyi yıllardır gerçekten yeşil ilkeler ve yeşil bir felsefe çevresinde gören bir anlayışız, yeşilleri sadece bir marka, popüler bir akım ya da moda olarak görmek ve kullanmak yeşillerin 30 yılı aşkın bir süredir devam eden onurlu politik mücadelelerine saygısızlık olur.
Çevre hareketleri ve doğa korumacılar Türkiye’de politika korkusunu yenmede ve çözümleri siyasi arenaya taşımada yeşil politikayı bir seçenek olarak görmeyi seçerlerse, yeşiller de yerel ve küresel politikalarını tabanda ve gerçek yerinde oluşturma şansına kavuşacaklardır.
Avrupalı yeşillerle ilişkilerimiz de yine yeşillerin meşru politika platformlarında dayanışmayla, sıkı bir iletişimle ve siyasi çözümleri birlikte araştırarak mümkündür. Yıllardır katıldığımız federasyon toplantıları ya da AP grubu etkinlikleri ve ikili ilişkilerimiz bize bu imkanı sağlamaktadır. AP Yeşiller grubunda ULLA ile ilgili verilen soru önergesi birlikte çalıştığımızda neler yapabileceğimizin küçük bir örneğidir.
Ümit Şahin
21 Ekim 2004, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder