Bu yazı 19 Aralık 2004'te İstanbul'da Istanbul Toplumsal Ekoloji Platformu tarafından düzenlenen "Toplum Ekolojinin Neresinde" başlıklı toplantıda yaptığım konuşmanın metnidir.
Önce bu toplantıyı kurgulayan arkadaşların sorduğu sorunun, yani “toplum ekolojinin neresinde?” sorusunun soruluş biçiminden başlamak gerekiyor? Biz burada ekolojiyi politik bir sorun alanı olarak tanımlarken aslında “toplum”un ekolojiyle olan ilişkisinin düzeyini ya da durumunu sorguluyoruz. Yani bir anlamda ekolojinin toplumsal ilişkilerle olan bağını tanımlamaya ya da o bağ üzerine konuşmaya çalışıyoruz. Toplumsal ilişkiler insanlar tarafından kurulur. Kuşkusuz toplumsal yapılardaki açmazlarla ekolojik kriz arasındaki bağı görmezden gelmek de olanaksızdır.
Ama gerçekte ekoloji denince ilk sorulan soru acaba gerçekten de bu mu olmuştur? Yani ekoloji bir düşünce sistemine ve giderek bir politik akıma dönüşürken ilk karşımıza çıkan soru toplumsal yapıdaki ve dolayısıyla insanlarla insanlar ve insan toplulukları arasındaki çelişki ve çatışmaların yarattığı açmazlar mı olmuştuır, yoksa insan-doğa ilişkisi, insanın ister toplumsal bir yapı dolayımıyla olsun, isterse bireysel ve vicdani düzeyde olsun doğayı algılayış, doğayı düşünüş ve doğayla ilişki kuruş biçimi mi sorgulanmıştır? Benim öncelemeyi tercih ettiğim soru budur. Ekoloji hareketleri toplumsal bir bakış açısı kazanmak için önce bütün tarihselliğiyle insan-doğa ilişkisini sorgulamalı ve çözümlemelerini bu çıkış noktasına dayandırmalıdırlar.
Ama bu demek değildir ki ekoloji insan-doğa ilişkisinin sorgulanmasıyla başlayıp biter. Aslında tam aksine ekoloji bir toplumsal ve siyasal hareket olarak toplumla çok daha basit (ve yaşamsal) bir düzlemde karşılaşır. O da insanların ve toplulukların kendi yaşamlarını doğrudan ilgilendiren konularda mücadeleye giriştikleri noktalardır. Bugün Akkuyu’da, Aliağa’da, Bergama’da, ki bunlar simgeleşmiş yerlerdir, ve sayısız başka yer ve örnekte yaşamını, sağlığını ya da toprağını kaybetme tehlikesiyle karşılaşan insanlar ekoloji hareketlerini kuruyorlar. Öte yandan ne yazık ki (yasalardaki tanım gibi) bu kadar “açık ve yakın bir tehlike” olmadığı durumlarda toplumlar ekolojiyle karşılaşmakta son derece büyük zorluklarla karşılaşıyorlar.
Bunun en güzel örneği küresel ısınmadır. Artık şüphe görütmez bir şekilde küresel ekolojik sistemleri (ve dolayısıyla hepimizin ve “toplumun da” yaşam nedenini) yıkıma götürmekte olan iklim değişikliği olgusu büyük insan toplulukları için henüz görünür hale gelmemiştir. Büyük bölgesel afetlere yol açtığı zaman bile uzun süre gözle görünür olabileceği kesin değildir. Bunda elbette sistemin ekoloji hareketinin tezlerini yumuşatmakta, sisteme yedirmekte ve etkisiz hale getirmekte kullandığı yöntemlerin başarısının da önemli bir payı vardır. Sürdürülebilir kalkınma söylemi başta olmak üzere indirgemeci çevreciliğin pek çok türü bu yöntemler arasında sayılabilir. Endüstriyalist kalkınmacılığı yeniden üretmek, bu arada da yeşil politikanın radikal bir tonda ortaya attığı bütün kaygıları teknik bir dile, mühendislik ve iktisat terimlerine havale ederek etkisizleştirmek fazlasıyla tutmuş ve başarılı olmuş bir stratejidir. Muhalif dozu kabul edilebilir düzeye indirilmiş çevreci, doğa korumacı ya da ekolojik yaşamcı yaklaşımlar da yeşil politik söylemin etkisizleştirilmesinde zaman zaman benzer bir rol oynarlar.
Ama bütün bunlar toplumun ekolojik krizle ilgili kaygılar anlamında gün geçtikçe daha da geri bir noktaya sürüklenmesini açıklamakta yeterli olabilir mi? Toplum ekolojinin neresinde sorusunun cevabını bu açıklamalarla bulabilir miyiz? Toplum ekolojinin önünde giderek geriliyor, ama neden?
Ekoloji politikalarından söz ederken adını anmamız gereken kimi kavramlarla düşünmeye çalışalım. Bunlar arasında ihtiyaç, tüketim ve teknoloji başta gelir. Bunlara bir sistem olarak endüstriyalizmi, bir politik araç (ve tabu) olarak kalkınmacılığı ve içinde bulunduğumuz tarihsel düzenin adı olarak küresel kapitalizmi de eklemeliyiz. Endüstriyalist olmayan bir kapitalist sistemin, şu anki tarihsel noktada olanaksız olduğunu, endüstriyalist üretim-tüketim ilişkilerini içermeyen bir teknolojik gelişmenin de çoktan tarihin uzak bir noktasında kalmış olduğunu düşünürsek; buna bir de endüstriyalizmi koruyarak kapitalizmi aşma denemelerinin sadece kapitalizmin tarihsel gelişimine göz attığımızda anlamsız görünmekle kalmadığını, yaşanan pratik deneyimlerin de bunu doğruladığını eklersek, bugün içinde bulunduğumuz küresel sistemin ve sistemi ayakta tutan sonsuz ihtiyaçlar için kalkınma söylemiyle beslenen tüketim toplumunun yeniden ürettiği zincirin olmazsa olmaz halkasının endüstriyalizm olduğunu görürüz. Dolayısıyla endüstriyalist üretim ve tüketim ilişkilerini sorgulamadan tüketim toplumunu ekolojiyle radikal bir dille konuşturmak pek mümkün görünmemektedir. Aynı şey düzenin kapitalist ağları için de doğrudur.
Oysa ekoloji hareketlerine hakim olan dil politik bir mücadeleyi bu radikal sorgulamalarla kurmaktan çok, baskın kabul edilen unsurun üzerine giderek onu dönüştürmeyi ve politik doğrucu bir anlayışın da yardımıyla oldukça steril bir ekoloji hareketi, ama giderek apolitik bir ekoloji hareketi yaratmaya neden oluyormuş gibi görünüyor. Bu hakim dil bazı yanlarını çöküş edebiyatından alırken, bazı yanları fazlasıyla pragmatizmle yoğruluyor. Yoksullara değil yoksul ilan edilenlere, yoksun kalmışlara değil öğretilmiş ihtiyaçları bir türlü karşılanamayan kitlelere, eşitsizliğe değil nerede eşitlik sorusuna yoğunlaşması gereken bir ekoloji hareketi için politikadan korkmayan, politikleşmeyi sistemle uzlaşmak saymayan, tam tersine ancak politikleşerek sistemle hesaplaşmanın mümkün olduğuna inanan bir anlayış kendini büyük ölçüde yeşil politik hareketlerin içinde var edebiliyor.
Yeşil partiler, yeşil siyasi hareketler ve taban inisiyatifleri, ekolojik düşünceyi ve kaygıları çok daha rahat taşıyabiliyorlar. Toplum ekolojiyle politik bir dil aracılığıyla karşılaştığında ekolojiyi tanıyabilir, yani ekoloji ancak böylece, sadece bıçağın kemiğe dayandığı durumlarda değil, etik, vicdani ve günlük yaşamın dayattığı tercihlerin söz konusu olduğu durumlarda da yüzünü gösterebilir. Toplum belki o zaman ekolojik krizi görünür kılacak aracılara olan bağımlılığı aşabilecektir. Bu yüzden yeşil politikayı çeşitlilik gösteren ekoloji hareketlerinin bir parçası değil, ekolojiyi aşan bir politik mücadele olarak görmek gerekiyor. Sokakta ya da mecliste, iktidarın merkezsizleştiği bir dünyada mücadeleyi ve politikayı merkezsizleştirerek.
Ümit Şahin
19 Aralık 2004, İstanbul
19 Aralık 2004, İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder