Bu yazı Üç Ekoloji dergisinin 4. sayısında,
2005 yılının Ekim ayında yayımlanmıştır.
Ümit Şahin
Nesnelerin yeni bir işlev kazanarak atık olmaktan kurtulduğu, -daha doğrusu atık bugünkünden farklı algılandığı- için eskimiş nesnelerin “atık” haline dönüşemediği toplumlarda, bellek de farklı yayılma ortamlarına sahiptir. Saksıya dönüşen bir yağ tenekesinin ya da boya karıştırıcısına evrilen kararmış bir tahta kaşığın taşıdığı bellek, doldukça yenisi açıldığı için yeri değişen tuvalet çukurlarının oluşturduğu ve kimin diktiği bilinmeyen bir kayısı ağacının taşıdığı bellekle, zamanın döngüselliğiyle ve manzaraların, ancak bir insanın yaşam süresi boyunca, farkedilmeyecek hızda değiştiği bir tür hız algısıyla bir aradadır. Kişisel olanı aşan, ortak kullanılan ya da sahiplenilen, ama dolaşan ve dönüşen nesnelerin taşıdığı anlarla birikerek oluşan serimli bir bellektir bu.
Böyle bir belleği parçalamanın en etkili yollarından biri göçtür. Bırakıp gitmek, belleği nesnelerden zihne nakleder, bunu unutuş izlese de izlemese de. Zihne naklolan bellek bir süre sonra silinir, soluklaşır. Geçmiş zamanlardaki farklı nedenleri bir yana, modern toplumun göçü nasıl zorunlu ve istenilen bir şey olarak önümüze koyduğunu anımsamak gerek. Çünkü coğrafya ancak işgal edildiğinde oluşur. İşgale uğramamış toprak sadece üzerinde yaşanan koordinatları belirsiz bir doğa parçasından ibarettir. İşgal ev sahibini yerinden eder ya da sindirir, belleği baskılar, nesnelerin anlamını çarpıtır ve yerine enlemi ve boylamı, askerlik celplerini ve nihayet kredi kartlarını koyar.
Nesnelerin kısa sürede ömrünü tamamlayıp atığa dönüştüğü bir toplumda bellek neredeyse sadece okulların ve eğlence sektörünün kurguladığı kolektif ama tek taraflı bir iletiyle doldurulan, bedeli ödenmiş, ama zamanı gelince kendisi de atığa dönüşecek bir meta haline gelmeye başlamıştır. Artık alt katmanlarına yalnızca vizite ücretini ödeyerek, psikanaliz seansları yardımıyla erişebilirsiniz. Suluboya yaparken fırçayı ıslatmakta kullandığınız eski su bardağı çoktan çöplükteki yerini almıştır. Yatak altlarında saklanan hatıralar, üzerlerinde ortak yazılmış bir belleğin izlerini değil, sadece bir toz katmanı taşırlar. Anneannenizin yemeklerini televizyondaki dünya mutfağı programlarından yeniden öğrenmeye çalışırken, damağınız bin bir çeşit yabancı baharatla eğitilmiş, tat duyunuzun gen haritanızla fazla bir ilgisi kalmamıştır. Seyahat, göç ya da dönüşle olan bağını yitirmiştir, daha çok ödenmesi birkaç yıl sürecek bir banka kredisine benzer. Herhangi bir yerde üretilen her mal ve her hizmet, ücretini ödeyebileceğiniz sürece sizin için yapılmaktadır artık. Yaptığınız her hareket planlanabilir, önceden tasarlanabilir, biyomekanik öncüllere dönüştürülebilir. Fotoğrafını çekmek ya da filme almak için uğradığınız doğa parçalarının taşıdığı ve birilerinin mutlaka çözebileceği kodlar giderek silinmektedir. Irmaklar ve kıyı şeritleri uzaktan bin yıl önceki hallerine de benzeseler, artık üzerinde yedi uygarlığın toprağı birikmiş ören yerleri gibi donmuş ve anlamsız suretlere dönüşmeye başlamışlardır. Derenin üzerindeki taş köprünün taşıdığı bellek size görünmez, görünebileceği kişiler de çoktan göçüp gitmişlerdir.
Belleğin kaybolmaya yüz tuttuğu yerde, tüketim ekonomisi başlar.
*****
Bolluk varken, kıtlık tanrının ya da doğanın gazabıdır. Kıtlığın olduğu yerde bolluk bedeli ödenerek satın alınan, bazılarının sahip olduğu, ama çoğunluğun “hak” ettiği bir ayrıcalık. Ekonomik zihniyetin temelinde “ihtiyaçların sınırsız, kaynakların sınırlı” olduğu bir kıtlık varsayımı yatar. Kıtlığın reddedilemez bir varsayım olarak hayatlarımıza yerleştiği gün, satın alınması gerekmeyen tüm “değersiz” şeyler zihinlerdeki yerini terketmeye başlamış demektir. Satın alınmaya değmeyecek kadar bol olan hiçbir şey ekonominin yasalarında, dolayısıyla dolaplarımızda kendine yer bulamaz. Eskiyen ya da kullanımdan düşen aşağı yukarı her şey aslında kıtlaşamadığı, bu nedenle de reklama ve sonuçta yararsız tekrara konu olamadığı için kullanımdan düşer.
Yorgan yüzlerinizi yenileyen, ya da günü geldiğinde yataklarınızı atan yorgancıyı kırk yıldır tanıyor olmanızla, sütünü içtiğiniz ineğin ismini biliyor, muhtemelen annesini de görmüş olmanız arasında yakın bir bağ vardır. Dolayısıyla kıtlığı oluşturan tek olgu köyden kent yaşamına geçiş değildir. Yorgancıların ya da tenekecilerin soluk ışıklar altında işlerine devam edebildiği yerlerde, çok uzak olmayan bir mesafede en azından bir küçük mandıra bulunurdu. Sütün hangi mandıradan geldiği, ya da bakraçlarla getirilen yoğurdun kalitesindeki mevsimsel değişiklikler farkedilebilecek birer olguydu. Süpermarketlerdeki yoğurtların hangi mayalama teknolojisi kullanılarak yapıldığı, ya da sütün hangi yöntemle sterilize edildiği sorunu, ineğin adını bildiğiniz durumlarda ancak kötü bir şaka olabilir. Yan komşunun sağdığı ineğin sütü asla kıtlaşmaz; tabii sütler kentteki bir yoğurt firmasıyla yapılan anlaşma gereği her gün belli miktarlarda satılmaya başlanmadıysa. Siz yan evden aldığınız ve yoğurdunuzu kendiniz mayaladığınız sürece bolluğu ifade eden süt, süpermarketlerdeki ambalajlara girmeye başladığında onulmaz biçimde kıtlaşır. Artık okunamaz ve bilimsel olarak ölçülemez olan şeyler, yani sütün lezzeti ya da koyuluğu değil, etiketlerde ifade edilebilen şeyler, yani son kullanma tarihleri, yağ oranları ve olmadığı iddia edilen katkı maddeleridir satın alınan. Kıtlık gösterişli etiketlerle gelir, mallarını üstüste yığan marketler bu onulmaz kıtlığı gizlemek, alıcıyı bolluğa inandırmak zorundadır.
Bolluk toplumunda tanrının ya da doğanın gazabı olan kıtlık gelir ve geçer. Bebeklerin öldüğü, çocukların kavruk kaldığı, salgınların başgösterdiği bu uğursuz dönemler sayılabilecek, hatırlanabilecek durumdadır. Toplumsal bellek bu kıtlıklarla yeniden biçimlenir. Kıtlık elbette egemenlere yansımaz, halka ve köylüye yansıdığı kadar. Ama yine de görece eşit etkiler toplumu.
Kıtlık toplumunda kıtlık süreklidir, bolluk ise bir simülasyondur ve planlanmış bir geçicilik taşır. Kıtlık içindeki bolluk, hem de satın alma gücüne bakmaksızın geçicidir. Hızlanmış bir geçicilik. Kıtlık toplumunda bolluk sadece egemenlerin ve egemenlerle aynı şanslara sahip olmasına izin verilenlerin tekelinde değildir. Kıtlık toplumuna rıza gösterilmesi şartıyla demokratikleşebilir de. Elbette bütün demokratik haklar gibi satın alma gücüyle doğru orantılı olarak yaygınlaşan bir “hak” olarak görülür bolluk hakkı. Bir diğer koşul, bolluk toplumunun aslında tekdüze, sıkıcı, çeşitlilikten uzak görülmesidir. Bu da bolluğun anlamını yitirip piyasadaki marka ve model çeşitliliğine dönüştürülmesi yoluyla sağlanır.
Bolluk toplumuyla kıtlık toplumu paralel olarak varolabilir. Kıtlık toplumu bolluğu baskılamak ve kendi sözlüğüne göre tanımlamak için başta yasal baskı yolu ve rızanın yaratılması olmak üzere her yöntemi kullanır. Bolluk baskılanır, sindirilir, kabuğuna çekilmeye zorlanır, uygar olmanın zıddına dönüştürülür. Hala varlığını sürdürse de görünmez hale getirilmiş, seçenek olarak görülme şansı ortadan kaldırılmıştır.
Bolluğun kaybolup kıtlığın kural haline geldiği yerde modern ekonomi başlar.
*****
Canlıları inceleyen biçimbilimde (biological morphology), canlılarda biçim ve boyut arasındaki orantılılık ele alınır. İnce kuyruk, dört zarif bacak ve bu bacakların taşıdığı bir gövdeden oluşan farenin boyutunun belli alt ve üst sınırları geçemeyeceği, bu boyutun farenin biçimiyle olan ilişkisinden çıkarsanır. Bu “fare orantısının” değişme şansı, boyut değiştiğinde ağırlığın bunun küpü kadar artması, bunun da ancak farenin diğer kemirgenlerdeki gibi daha kalın bacaklara sahip olmasını gerektirmesi nedeniyle yoktur. Biçim-boyut orantısı fare orantısının dışına çıktığında canlı da artık fare değil, başka bir kemirgendir.
Leopold Kohr, bu biçimbilimsel görüşü, yani biçimin boyut tarafından, boyutun da biçim tarafından belirlendiği görüşünü anoloji yoluyla toplumlara uyarlar. Ivan Illich’den aktaralım:
“Kohr’un katkısı toplumsal biçimbilimde (social morphology) bulunabilir. Burada iki anahtar sözcük düşüncelerini ortaya koyar: Verhältnismässigkeit ve gewiss. Birincisi orantılılık (proportionality) demektir, ya da anlamını daha bire bir verirsek, bir ilişkinin uygunluğu (the appropriateness of a relationship) anlamına gelir. İkincisi “belli”, demektir, birisi “belli bir şekilde” dediğindeki anlamıyla. Örneğin, Kohr bisiklet kullanmanın Oberndorf* gibi belli bir yerde yaşayanlar için ideal bir şekilde uygun olduğunu söylerdi. Bu cümleyi irdelediğimizde burada kullanıldığı anlamıyla “belli”nin (certain) “kesin”den (certainty) en az “uygun”un (appropriate) “verimli”den (efficient) olduğu kadar uzak olduğu görülür. “Belli” özgül anlamıyla sağduyuya meydan okur, “uygun” ise iyinin ne olduğuna kılavuzluk eder. “Uygun” ve “belli bir yer”in ikisini birden göz önüne almak Kohr’un insanın toplumsal durumunu, neye izin verilmesi, neye verilmemesi gerektiğini tartışacak her topluluk için sınırları koyan biricik eşik olarak görmesini sağlamıştır. Belli bir yere neyin uygun olduğunun veya neyin denk düştüğünün ele alınması bizi güzellik ve iyilik üzerine düşünmeye götürür. Sonuçta oluşan kararın doğruluğu öncelikle ahlaki olacaktır, ekonomik değil. O halde orantılılık, Kohr’un kavramı kullandığı şekliyle, ekonomik hesaba uygun değildir.”(1)
İnsani ölçek sorununu bütün çalışmasının temeline oturtan Leopold Kohr, bütün toplumsal sorunların ortak paydasında büyüklük (bigness) sorunu olduğunu söyleyen özgün bir düşünürdü. Öğrencisi E. F. Schumacher, daha sonra Kohr’un görüşlerini unutulmaz bir motto ile özetledi: “Küçük güzeldir”. Modern tüketim toplumunun tuttuğu yolun tam tersinden söz eden bu isimler, tam da bu nedenle, yani yaratılan yeni büyüklükte görünmez olmuş, gündemden düşmüş sayılamazlar mı? Kohr, bütünleşmeyi değil bölünmeyi savunurken, bölünmenin gelişmenin ve çoğalmanın temeli olduğunu söyler (2). Orantının yıkıldığı toplumda ise bir yandan çoğalma kınanır, öte yandan daha büyük yapılar, daha uzun yaşayan ve her açıdan tek tipleşmeye giden bir insan topluluğunun, daha fazla üretime ve tüketime hizmet edecek bir ölçeğe dek, aslında olabilecek en fazla oranda büyümesi öngörülür.
Hızın, insanın hem biyolojik, hem de toplumsal varlık olarak sahip olduğu biçimle orantısız bir büyüklüğe kadar artaması hedeflenir. Yürümenin mümkün olmadığı bir yolda altınızda giden araç ne kadar hızlanırsa hızlansın, gerçekte insanın başlangıç hızı artamaz. Çünkü ölçek insani değildir, ölçek dışsaldır ve insanın organizmik ve metabolik anlamda bütün olarak dışlandığı bir çevrede yaratılır.
Binalar, mekanı ezecek, yaşanılan yeri daraltarak insanı sıkıştıracak, bireyin kapladığı alanla ilişkisini terse çevirecek, aslında insanın içinde uygun biçimde yaşaması için değil, yaşama ritmlerini belirli bir kalıba sokmak için gereken büyüklükte tasarlanmışlardır. Binalar büyüdükçe, binalar arasındaki mesafeler açıldıkça, tüketilen mallar daha uzaktan gelmeye, duyulan ama bir türlü tatmin edilemeyen ihtiyaçlar daha fazla dışarıdan belirlenmeye başlanır. İnsan içinde yaşayacağı binayı kendi yapma, hatta tasarlama yetisinden yoksun bırakılmış, hatta bu yasalarla da olanaksız hale getirilmiştir. Yaşanılan yerde insani ölçek ortadan kalkmıştır.
İletilerin oluşturulma ve tüketilme hızı artmıştır. Gazeteler, televizyonlar, haber ağları, duyulan dehşeti ya da alınan zevki mümkün olduğu kadar çabuk, ani ve keskin hale getirmek için çalışırlar. Savaştan ya da şiddetten duyulan dehşet o kadar gelip geçici hale gelir ki, sık sık tekrarlanması gerekir. Tanık olunan duyguların yaşanma hızı dakikalarla, neredeyse saniyelerle ölçülür olmuştur. Deneyimler sürekli yenilenmedikçe haz alınamaz. Yeni ve denenmemiş olana olan tutku, tüketimin artmasını sağlar. Tekrar ve döngüsellik, ancak geliri sürekli kılabildiği durumlar için, bir de rıza yaratmak için gerekli ritüelleri beslediği zaman mazur görülür. Yaşamın örgütlenişi ve değişme hızı insani ölçeğin dışına çıkmıştır.
Korku, en insani duygulardan biri, şiddetin yıkıcılık sınırlarını birer birer aşmasıyla anlamını yitirmeye başlar. Bir insanın yaratabileceği yıkıcılık düzeyi olası doğa güçlerinin yaratabileceği şiddeti aşmıştır. İnsan doğayla giriştiği mücadelede tanrıyı bile altetmiştir. Tek bir insandan bile tanrıdan daha fazla korkulabildiği, korkunun belirsizlikle olan bağlarının iyice yittiği bir çağda, korku ve korkuyu oluşturan her şey insani ölçekleri yıkıp geçmiştir.
İnsanın evini yapamadığı, yiyeceğini üretmek bir yana dönüştürmek ve saklamak yolundaki yeteneğini bile yitirdiği, üremesi ve bedeni üzerindeki söz hakkını devrettiği “büyük” ekonomik sistemler insanı esir alır. Taşıdığı gövdenin boyutları büyüyen kemirgen, cılız bacakların taşıyabileceği fare orantısına sahip değilse fare değil başka bir kemirgendir artık. İnsani ölçeği yitiren insan, toplumsal bir varlık olarak başka bir canlıya mı evrilmektedir?
Orantının kaybolduğu yerde ekonomik büyüme ve kalkınma başlamıştır.
*****
Bitirirken sözü E. F. Schumacher’e verelim:
“Demokrasinin, özgürlüğün, insan saygınlığının, yaşam düzeyinin, kendini gerçekleştirmenin, doyumluluğun anlamı nedir? Mallarla ilgili bir şey midir, yoksa insanlarla mı? Doğal ki bir insan sorunudur söz konusu olan. İnsanlar da ancak küçük, kavranabilir gruplar içinde kendilerini bulabilirler. Bu bakımdan birçok küçük ölçekli birimle işleyebilen belirli bir yapı çerçevesi içinde düşünebilmeliyiz. Ekonomik düşünce bunu kavrayamıyorsa bir işe yaramaz. O uçsuz bucaksız soyutlamalarından; ulusal gelir, büyüme hızı, sermaye/hâsıla oranı, girdi-çıktı analizi, işgücü hareketliliği, sermaye birikiminden öteye gidemezse; bunları aşıp da yoksulluk, hayal kırıklığı, yabancılaşma, umutsuzluk, çöküntü, suçluluk, gerçeklerden kaçma, gerginlik, kalabalık, çirkinlik ve ruhsal ölüm gibi insan gerçekleriyle temas edemezse, o zaman ekonomi bilimini çöpe atıp yeni baştan başlayalım.” (3)
*****
Orantının, bolluğun ve belleğin kaybı, ekonomi demektir.
* Kohr’un doğum yeri olan küçük bir Avusturya kasabası.
(1) Ivan Illich, The Wisdom of Leopold Kohr. (Fourteenth Annual E.F. Schumacher Lectures Yale University, New Haven, Connecticut, October 1994.) E.F. Schumacher Society, 1996.
(2) Leopold Kohr, The Breakdown of Nations, Chelsea Green Publishing Co., 2001.
(3) E. F. Schumacher, Küçük Güzeldir. Cep Kitapları, İstanbul, 1989.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder