Bu röportajda küresel ısınmanın hayatımıza nasıl etki edeceğinden çok, küresel ısınmanın durdurulması için imzaya açılan Kyoto Protokolü çerçevesinde uluslararası camiada nasıl bir mücadele verildiğini ortaya koymak istedim.
Bunun için Türkiye Yeşilleri İklim Değişikliği ve Küresel Ekoloji Sözcüsü Dr. Ümit Şahin’le küresel ısınmayı engellemek için geliştirilen Kyoto Protokolü’nü konuştuk. Şahin tek bir cümleyle “Amerikan kapitalizmi ve tüketim çılgınlığı dünyayı felâkete sürüklüyor” diyor. Nasıl mı?
Gelin beraber görelim...
Küresel ısınma Kyoto Protokolü üzerinden tartışılıyor. Bu anlaşmanın özelliği nedir?
Kyoto Protokolü’nün temel özelliği, küresel ısınmaya neden olan sera gazı salımına indirim hedefi koymasıdır. Bağlayıcılığı olan bu anlaşma, küresel ısınmaya neden olan endüstrileşmiş Batı ülkelerini öncelikli olarak sorumlu kılar.
Sera gazı nedir ve küresel ısınmaya nasıl sebep oluyor?
Bizim fosil yakıt dediğimiz petrol, kömür ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının yakılması sonucunda ortaya çıkan karbondioksit, bunların en önemlisi. Bunun yanında, atıkların çürümesi sonucu ortaya çıkan gazlar da sera gazıdır. Bu gazlar atmosferde birikerek yeryüzünden yansıyan ışınların geri dönmesine neden olarak ısınmayı sağlıyor.
“Küresel ısınma belli bir dereceye ulaştığında geri dönülemez bir felâkete doğru gideceğiz” diyen bilim adamları var. Süreç nasıl işliyor?
Havadaki karbondioksit oranı ne kadar artarsa, küresel ısınma o kadar artar diye doğrusal bir ilişki yok. Karbondioksit miktarının artışından daha fazla sıcaklık artışı olabilir. Şu anda bilim adamlarının geri dönülemez eşik diye kabul ettikleri değer 2 santigrat derece. Geçtiğimiz yüzyıl bu artış 0,8 santigrat derece olmuş...
Yani kritik eşik için yüzyıl geçmesi gerekmiyor...
Son yüzyılda 0,8 santigrat derece arttıysa, 0,8 santigrat derece artması için bir yüzyıl daha geçmesine gerek kalmayabilir. Çok daha kısa bir sürede 2 santigrat dereceye çıkabilir deniliyor.
Küresel ısınmayı durdurmak için ortaya konulan Kyoto Protokolü’ne karşı yazılmış tezler olduğu söyleniyor. Nedir bu tezler?
Tezin sahibi Amerika... Amerika başta küresel ısınmayı inkâr etmişti. Baktılar ki inkâr edilecek durumda değil, kabul ettiler. Bu sefer de küresel ısınmaya insanların neden olmadığını savundular, bu sürecin doğal olduğunu söylediler. Fakat bilim bu kanaati de çürüttü. Bu sefer de Amerika, sera gazı indirimiyle bu işin olmayacağını söylemeye başladı. Çünkü sera gazı salımını indirmek demek; petrolden vazgeçmek demek, termik santralleri kapatmak demek, otomobil sayısını, üretimi, tüketimi azaltmak demek. Bunlar kapitalizm için pek mümkün olmayan şeyler. Amerika, sera gazı indirimine yanaşmayan, onun yerine teknolojik önlemleri baz alan karşı tez sunuyor.
Amerika teziyle dünyaya ne diyor?
Termik santralde veya fabrikalarda üretilen karbonunun çeşitli filtrelerle tutulabileceğini, bunların gömülerek atmosfere karışmasının engellenebileceğini söylüyor. Bu şu an mümkün değil. Önümüzdeki kaç on yıl içersinde bu teknolojiler geliştirilebilir bilmiyoruz. Bu samimiyetsizliğin göstergesidir.
Herhalde Amerika ve Kyoto Protokolü’ne imza atmayan ülkeler için ulusal çıkar, dünyanın geleceğinden daha önemli...
Ekolojik bir bakış, gelecek kuşakların hayatlarına saygı, bütün gezegenlerdeki yaşayanların ortak çıkarları, küresel adalet bizim savunduğumuz şeyler. Ama Amerika ve maalesef Türkiye gibi ülkeler ulusal çıkarları ve kalkınma hakları olduğunu söylüyorlar.
Kyoto Protokolü, farklı ülkelere farklı yükümlülükler getiriyor. Nedir bu farklar?
Bu Protokol’e göre, 2012 yılında bitecek olan birinci yükümlülük dönemine kadar, sadece sera gazını en fazla salan Batılı endüstrileşmiş ülkeler sorumluluk altına sokuluyor. Anlaşmayı imzalamayan Amerika’nın sera gazı emisyonu yüzde yirmi beş, Kyoto Protokolü’nü imzalayan AB ülkelerinin payı ise yüzde on beş, toplam rakam yüzde kırkı buluyor. Bunun yanında Çin, Hindistan, Endonezya gibi gelişmekte olan ülkeler birinci yükümlülük kapsamının dışında bırakılmıştır.
Bu ülkeler dışarıda bırakılmışken, Türkiye neden Kyoto Protokolü’ne imza atmaya zorlanıyor?
Onlar gelişmekte olan ülkeler kategorisindedir.
Türkiye’nin henüz gelişmediği için anlaşmaya taraf olamayacağını söyleyenler var...
Kriter olarak OECD üyesi olmak var. Türkiye de OECD ülkesi olduğu için otomatik olarak bu ülkeler içersine girmiştir. Türkiye 1992’de imzalanan iklim sözleşmesini imzalamadığı için, Kyoto’ya taraf olmaktan kaçmıştır.
Çevre Bakanı Osman Pepe’nin söylediği gibi, Türkiye masum değildir. Türkiye o kadar yanlış politikalar izledi ki, masum olmayan tarafa düştü. 1990’dan sonraki dönemde dünyada sera gazlarını en fazla üreten ülke oldu. Rekor kırdı. Bir hesaba göre yüzde yüz on arttırmıştır, ki bu süre içinde Batı ülkeleri içersinde en fazla artıran yüzde on, on beş artırmıştır...
Ama bu Türkiye’nin son on yıl içersinde gelişimine ivme katmasıyla ilgili değil mi? Avrupa zaten kurabileceği kadar fabrika kurmuş...
Burada kriterinizin ne olduğu önemlidir. Atmosfer açısından baktığınızda önemli olan, “Ne kadar sera gazı var ve bu gazı kim salıyor?”dur. Ülkeler arasında adalet açısından bakıldığında, kişi başına sera gazı salınımı öne çıkıyor. Kişi başı en fazla sera gazı salınımı yapan ülkeler, en fazla tüketim yapan AB ülkeleri, ABD falan... Atmosfere en fazla sera gazı atan ülkeler hem Batı ülkeleri, hem büyük ülkeler. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ortada… Masum değil. Türkiye dünyanın en kalabalık on yedinci ülkesidir. Türkiye dünyanın en büyük on dokuzuncu ekonomisidir. Türkiye biz küçük bir ülkeyiz, gelişiyoruz diyemez. O kadar fazla fosile dayalı bir ekonomi vardır ki... Kişi başına karbon salımı olması gerekenin üstündedir. Türkiye’de kişi başına 4,5, 5 ton karbon salımı yapılıyor. Türkiye’nin millî geliri kişi başına ortalama beş bin dolar. Almanya dünyanın en büyük endüstrilerinden biri, kişi başına karbon salımı on iki ton. Ama Almanya’nın kişi başına millî geliri 35 bin dolar. Bu Türkiye’nin yedi katı kadar kişi başına milli geliri olan bir ülke. Türkiye’nin iki buçuk katı kadar sera gazı salıyor demektir.
Bu neye işaret ediyor?
Biz ürettiğimiz enerjiyi havaya savuruyoruz, verimli kullanamıyoruz. OECD ortalaması enerji yoğunluğu 1,9 olduğu halde, Türkiye 3,8’dir. Türkiye aynı işi yapması için OECD ortalamasının iki katı kadar enerji tüketiyor.
Bu hakikaten israf mı, yoksa Batılı bir donanıma sahip olmamaktan kaynaklanan bir kayıp mı?
Bu enerji savurganlığıyla ilgilidir. Sizin ya paranız çok, ya da enerji kaybını önemsemiyorsunuz demektir. Bir de enerjiyi yanlış kaynaklardan üretiyoruz. Çünkü Türkiye enerji, ulaşım, sanayisi için petrol ve kömür gibi fosil yakıtlara bağlı bir ülke. Türkiye enerjisinin yüzde yetmiş beşini buradan sağlıyor. Halbuki bir rüzgâr enerjisini kullanabilecek bir ülkeyiz. Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalayarak bundan kurtulması şart.
Enerji savurganlığı diyorsunuz, Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadını üstten ısıtmak için proje geliştiriyor, belediyeler her yer aydınlanacak diye ekstra sokak lambaları yerleştiriyor... Zihniyet problemli galiba?
Bayramlarda süreli aydınlatmayı anlarım, ancak yirmi dört saat aydınlatma yapmak anlamsız. Akmerkez gibi alışveriş merkezlerinin gösteriş aydınlatması bir facia. Sizin söylediğiniz örneklerin yanında, sokakları ısıtan sobalar da var.
Resmen atmosferi ısıtıyoruz. Şu anda dünyada daha fazla tüketen değil, daha az enerji tüketen gelişmiştir. Ne kadar fazla enerji tüketiyorsanız, o kadar az gelişmiş bir ülkesiniz.
Biz her halde gösterişe meraklıyız?
Tamamen çağdışı bir zihniyetin ürünü bunlar. Artık küresel ısınmanın bir tehdit olduğu, ekolojik dengenin kriz eşiğinde olduğu bir çağda “az üretmek, az tüketmek verimli olmaktır” yeni bir kültür olacak.
Yani tüketim kültürüyle üretim kültürü çatışacak...
Kapitalizm tüketim üzerine kurulmuş bir şey. Sistem çökmekle karşı karşıya. Kapitalist sistem kendini korumak adına gezegeni yok etmeye doğru gidiyor. Olmayan bir gezegende kapitalizm de olmayacak maalesef, olmayan bir gezegende bizim hükümetimizin sandığı gibi, kalkınmış bir Türkiye’nin de kıymeti olmayacak. “Biz kalkınmaktan vazgeçemeyiz” diyorlar. Ben de onlara “Hangi gezegende kalkınacaksınız?” diye sordum.
Sizin söyledikleriniz doğru, ancak biraz ideal gibi geliyor. Siz “fosil yakıttan vazgeçin” diyorsunuz, ama Karadeniz’de petrol bulununca “ekonomimiz daha da bağımsızlaşacak” diye halk seviniyor. Hükümet son hız Türkiye’nin her yerine doğalgaz hattı döşemek istiyor. Köylere çuvallarla kömür dağıtılıyor. Bu sistemden çıkış yolu ne?
Bazı şeyler aşırı cehaletle açıklanır. Çokuluslu petrol şirketlerinin egemenliğindeki bir dünyada, petrolle ilgili daha çok bağımsız olacağız demenin anlamı yok. Kaynak bağımsızlığını hedefliyorsanız, bunun en güzel yolu rüzgârdır. Türkiye Avrupa’nın en rüzgârlı ülkesi olması hasebiyle, bedava kaynaklara sahip... Siz hem kaynak bağımsızlığı diyeceksiniz, hem de Denizli gibi jeotermal kaynaklarla ısıtılabilecek şehirlere doğalgaz bağlamayı düşüneceksiniz. Bu bağımsızlığı değil, Rusya’ya bağımlılığı artırır.
Yapılan araştırmalarda rüzgâr ve güneş enerjisinin fosil yakıtlarla elde edilebilecek enerjiye alternatif oluşturamayacağı söyleniyor. Bu doğru mu?
Bu araştırmalar kömürcü ve nükleer enerji taraftarları tarafından yapıldığı için yanıltıcıdır. Almanya rüzgâr potansiyeli bakımından Türkiye’den daha fakir olduğu halde, yılda 2 bin MW rüzgâr santrali yapıyor. Almanya’da rüzgârdan enerjisi tesislerinden elde edilen enerji 20 bin MW’yi geçti. Türkiye’nin ise 50 MW’lık bir rüzgâr enerjisi santrali var. Halbuki Türkiye mevcut elektrik ihtiyacını rüzgâr enerjisinden sağlayacak potansiyelde. Bu potansiyele ulaşmak için bir plan yaparsınız zaman içersinde termik santralleri kapatırsınız.
Batı ülkelerinin gelişirken, kalkınırken yaptığı hataları Türkiye yapmak zorunda değil. Onlar zamanında başka bir imkân bulamadıkları için fosil ve nükleer enerji batağına saplandılar. Ama Türkiye’nin teknolojisi yenilenebilir enerjiyi mümkün kılıyorken, fosil bataklığından atlayıp ekolojik bir çağa geçebilir. Bu teknik, teorik, pratik olarak çok mümkündür.
Siz öyle diyorsunuz, ama Orman Bakanı Osman Pepe “2015’ten önce Kyoto Protokolü’nü imzalamamız mümkün değil” diyor. Kaldı ki hükümet Kyoto Protokolü’nün yasakladığı inşaat sektörüne, yol yapımına devam ediyor...
Hükümet küresel ısınmayı kabul etmiş, buna adaptasyonu konuşuyor. Hükümetin hazırladığı raporda tarım, su kaynaklarını konuşuyor. Bunlar da önemli elbette, ama küresel ısınmayı durdurmaya yönelik hiçbir önlem yok. Hiçbir enerji ulaşım enerji politikası değişikliği yok. Bu teslimiyet politikasıdır. Bu ahlâkî olarak da sorumsuzluk göstergesidir.
Kyoto Protokolü’nü imzalayan Avrupa ülkelerinin, çimento fabrikaları kuramadıkları için, bu sektörü Türkiye’ye taşıyacakları söyleniyor. Bunun dışında farklı sektörler var mı?
Türkiye de çimento sanayiini ülkemize çağırıyor. Zaten hedefi dünyanın en çok çimento üreten ve ithal eden ülkesi olmak. Termik santrallerden sonra, en fazla sera gazı salan sektör çimento fabrikası. Rafineriler de büyük tehlike. Rusya’nın Türkiye’de rafineri kurma planları olduğunu duyduk. Bunun yanında küresel ısınmaya neden olan atık yakma tesisleri de Türkiye’ye getirilmeye çalışılıyor. Çevre açısından düşündüğümüzde Türkiye Avrupa’nın artık yapmadığı şeyi yapıp, nükleer santral yapma yoluna gidiyor.
Peki Kyoto Protokolü’nü imzalamazsak ne olacak?
Türkiye bu konuda kaçış politikası izledi. Ancak AB sürecinde ve 2012’de başlayacak olan Kyoto Protokolü’nün ikinci döneminde ister istemez bir yükümlülük altına gireceğiz. Eğer siz küresel ısınmayla ilgili müzakerelere girmezseniz, sizi sera gazı emisyonunda istemediğiniz bir rakama zorlayabilirler. Biz Türkiye sera gazı emisyonunu yüzde yüz azaltsın demiyoruz, ancak önüne bir hedef koysun.
AB sürecinde bu konu önümüze gelecek diyorsunuz, ama Türkiye galiba Amerika’yla birlikte bu sorumluluktan kaçıyor...
Türkiye, Amerika’yla ne kadar bilinçli hareket ediyor, bunu bilmiyorum, ama Türkiye bu tür uluslar arası hukuk mekanizmasından kaçmak için hep Amerika’yla hareket etmiştir. Uluslararası ceza mahkemesinden de Stockholm Konvansiyonu’ndan da Amerika’yla kaçar, ama bir taraftan da AB’ye girmeye çalışır. Bunun yorumunu yapmak mümkün değil...
Bir taraftan da Amerika Türkiye’nin gelişmesini istemediği için, Türkiye’yi Kyoto Protokolü’ne zorladığı söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Bu çok komik. Böyle bir şey mümkün değil. Amerika ülkeleri Kyoto Protokolü’nden çıkarmaya zorlayan bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye’nin de girmemesini ister...
Kyoto Protokolü’nün az tüketmeyi, petrol gibi yakıtların kullanılmamasını önerdiğini, dolayısıyla Amerikan kapitalizmine zarar verdiğini söylüyorsunuz. Sanki AB kapitalizme karşı mı?
AB kapitalizme karşı değil, ancak küresel ısınma konusunda daha sorumlu davranıyor. 2020’ye kadar sera gazı salımında yüzde yirmi indirim hedefi koydular. Amerika da dâhil olursa, bu hedefi yüzde otuza çıkaracaklarını söylediler. Bilimin söylediğine göre, önlem alınmazsa yüz sene sonra ortada dünya diye bir şey kalmayacak.
Nasıl yani?
Eğer torunlarımıza güzel bir dünya bırakmak istiyorsak, sorumluluklarımızı yerine getirmek durumundayız. Kaldı ki biz bile torunlarımıza kalmadan çok feci afetler yaşayacağız. Kıtlık, açlık, iklim değişikliğiyle yaşanacak göçler ve mülteciler sorun olacak. Bu gidişi bir yerde durdurmalıyız. Koskoca Akşehir Gölü’nün kuruması bunun göstergesi...
Türkiye’de küresel ısınma, bireysel tasarruflar üzerinden tartışılıyor, ancak devletin ne yapacağına kimse bakmıyor? Hâlbuki devletin tavrı daha önemli öyle değil mi?
Türkiye’de hükümet tarzını değiştirmediği sürece, bireysel hiçbir önlem savunulamaz. Avrupa’da devletler kendi üstüne düşenleri yapacaklarını söylediler. Bunun yanında bireysel önlemler alınması içinde geleneksel ampulleri yasaklama yoluna doğru gidiyorlar. Onlar da “ampullerinizi değiştirin, tasarruflu ampul” kullanın demenin bir anlamı olmadığını anladılar.
Bizim devletimizin böyle bir yasak koyması politikasını sorgulatacaktır...
Devletin politikası, geleneksel enerji kaynakları olan kömür ve petrolden yana. Başka hiçbir enerji kaynağını kabul etmiyor. Hâlbuki dünyada artık rüzgâr enerjisi en önemli ticarî enerji haline geliyor. Bizimkiler de “fırıldaktan enerji mi üreteceğiz” diye dalga geçiyor.
Geleneksel politika demişken, bir türlü Kyoto Protokolü’nün durdurulmasını istediği karayolu alışkanlığını azaltıp raylı sisteme geçemiyoruz. Çok mu zor?
Türkiye’de taşımacılıkta karayollarının oranı yüzde doksan birdir. Korkunç... Türkiye artık yatırımlarını şehir içinde ve şehirlerarası ulaşımda raylı sisteme yapmak zorunda. Artık üçüncü köprü, tüp geçit, otoyollar yapmaktan vazgeçmeliyiz. Ancak Türkiye geçmişten bugüne otomotiv endüstrisinin çıkarlarına hizmet ettiği için, ulaşım açısından bunu yapması atılım olur...
Kritik bir ekonomide otomotiv sektörü ve onun yan kuruluşlarıyla çatışmak sıkıntı doğurur inancı var...
Hiçbir yerle çatışmayalım, kimsenin çıkarlarına dokunmayalım, bir taraftan da küresel ısınmayı durduralım demek olamıyor maalesef. Ben eskiden beri araba kullanmam, ama bu iş sadece benim gibi düşünenlerle olabilecek bir şey değil. Artık arabayı, kömürü, petrolü hayatınızdan çıkarmak durumundasınız ya da Ömer Madra’nın dediği gibi, “Hep beraber bütün ışıkları açıp eğlenmeye başlayalım” (gülüyor). Eski alışkanlıklarımızdan kurtulmamız lâzım...
Ama insanlar çok tüketmeye alışmış...
Kalkınmanın, gelişmenin ölçütü daha fazla tüketmek haline getirildi. Tasarruf etme bilinci eskide kaldı. Şimdi ne kadar çok çeşit olursa, ne kadar çok ışık yanarsa, kendimizi o kadar gelişmiş bir ülke sanıyoruz. Ama bütün dünyada bu trend değişiyor, dünya bambaşka bir yere doğru gidecek. Türkiye bunun da yirmi sene sonrasından gelecek galiba...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder