Bu yazı Sivil Toplum dergisinin Ekim-Aralık 2007 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır.
Ümit Şahin
Çevrecilik, sivil toplum “domain”inin doğal ve ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Sivil toplum mücadelesinin onlarsız düşünülemeyeceği üç alanın çevre, insan hakları ve kadın sorunları olduğu konusunda kimsenin kuşkusu yoktur. Aynı şekilde siyaset de, iktidar ilişkileri, mülkiyet ve genel olarak ekonominin alanına girdiği kabul edilen meseleler (para politikaları, sanayi, tarım, yatırımlar, vb.) çevresinde döner.
Ortaya çıkan bu ilginç dikotomi, sivil toplum mücadelesinin “yetki” alanına giren konuları siyasetin uçlarına sürükler. İnsan hakları meseleleri daha çok iktidar mücadeleleri bağlamında siyaseti etkilerken, kadın hakları için ve çevre sorunlarına karşı verilen mücadeleler, iktidar sahipleri ve klasik sağ ve sol siyasetçiler tarafından, kendi politik önceliklerinin son sıralarında da olsa, en azından söylem düzeyinde içselleştirilmeye ve böylece etkisiz kılınmaya çalışılır. İktidar ilişkileri ve mülkiyet hakkında konuşmak ise sivil toplum mücadelesinde yer alan çoğunluk tarafından “siyasete bulaşmak” olarak etiketlendirilerek dışlanır.
Ekonomi, iki alan tarafından en fazla ortak keseni olduğu söylenebilecek konudur. Yine de sivil toplum örgütlerinin mülkiyetten ve iktidar ilişkilerinden soyutlanmış bir şekilde ekonomi politikası yapma çabaları, onları genellikle tarım, sanayi, ulaşım gibi alanlarda teknolojist bir noktaya sürükler. Sonuç olarak siyaset de, sivil toplum da yaratılan bu “karşılıklı olarak alanların belirlenmiş olması” durumundan oldukça hoşnut ve bir tür “işbirliği” içinde mücadelelerini sürdürürler. Bu ilginç durumu postmodern zamanları tanımlayabilecek kadar tipik görmek mümkündür.
Aslında modernleşmenin bir ürünü olan sivil toplumun varlığının ilk kez tanımlandığı zamanlarda da siyaset, iktidarın kimin elinde olduğu, bu anlamda iktidarı ele geçiren sınıfın hangi idari yapılanmayla iktidarını meşrulaştıracağı ve toprağın ve üretim araçlarının nasıl el değiştirdiğiyle ilgileniyordu. Bu anlamda yenilik, sivil toplum alanının siyaset dışına itilmesindedir. Mesela kadın mücadelelerinin gayet politik ve “sert” yöntemleri (örneğin kadınlara özgü siyasi partiler, sokak protestoları, siyasete müdahale amacını ön plana çıkaran dergiler vb.) sistemin bir süre sonra kadınların siyaset alanına girişine bir nevi “koşullu” olarak izin vermesiyle yumuşamış ve hareket siyaset dışı alana kaymış sayılabilir. Hatta feminist mücadele düşünsel-ideolojik düzlemde yaygınlaşırken, bir yandan da radikalliğini ve kitleselliğini kaybetmiştir (Savran, 2004). Oysa erkek egemen siyasi ve toplumsal düzenin ortadan kalktığını, bu anlamda siyasi kadın mücadelesinin amacına ulaştığını herhalde kimse söyleyemez. Ama siyasetin kadın hareketini marjinalize etmeyi başardığı söylenebilir. Bütün sivil toplum hareketlerinin kendileri için ayrılan alana çekilmeyi kabullenmeleri de aslında yine iktidar mücadelesiyle bağlantılı bir konudur.
Gerçekte siyasetin dayandığı taban silahlı güçler, sermaye ve belirli otoriteler (din, aşiret, tarikat, mafya vb. ileri gelenleri) olunca, aslında siyasetin tabanında olması gereken sivil toplum da kendini siyasetin dışladığı, ya da marjinalize ettiği mücadelelerin içinde var etmiştir. Sivil toplumun siyasete müdahale edebilme gücünü koruyamaması, ideolojik olarak da bu durumu meşrulaştırmasının, siyaseti kült isimlerin ya da nüfuz alanlarının çevresinde inşa edilmiş değişmez bir iktidar mücadelesinden iberet bir meslek olarak kabullenmesinin önünü açmıştır. Bu ön kabul, sivil toplum mücadele alanının içinde görünen, sözünü ettiğimiz tipteki hayati meseleleri siyasetin dışında tutmayı, sivil toplumun durduğu yerden de sağlama almak anlamına gelir.
Çevre ve ekoloji hareketlerinin sivil toplum mücadelesi içindeki tartışılmaz ağırlığı, siyasetin dışında kalmayı kural olarak gören sivil toplumcu anlayışın çevre ve ekoloji hareketlerindeki ağırlığı tartışılmaz olmaya devam ettiği müddetçe mümkündür. Bu mesele, bizi çevre ve ekoloji mücadelelerini siyasetin içine taşıyan yeşil hareketi tartışmaya götürmektedir. Yeşil hareketin, yeşil siyasi partilerin ve aslında bunların da dayandığı sivil toplum alanının nasıl dinamiklere sahip olduğu ve klasik siyasi partilerin yeşil hareketi etkisizleştirme stratejileri birlikte düşünüldüğünde, tartışılmaz sanılan kabullerle ekoloji mücadelesini anlamanın mümkün olmadığı da anlaşılır.
Bu kabulleri tartışmak için önce ekoloji mücadelelerinin nasıl bir tarihsel süreçten geçtiği ve hangi düşünsel öncüllerin süreçte baskın rol oynadığı hakkında genel bir kavrayışa sahip olmak gerekiyor. Böylece siyasetin içinde ekoloji mücadelesi yapmakla, ekoloji mücadelelerini sivil toplum hareketlerinin tekeline almak arasında süregelen gerilim daha iyi anlaşılacaktır.
Ekoloji Hareketleri Nasıl Başladı?
Çevre ve ekoloji hareketlerinin ortaya çıkışının ve konunun düşünsel temellerinin 19. yüzyıl sonuna, hatta daha eski devirlere kadar geri götürülmesi yaygın bir tutumdur. Her düşünce akımı, kendi temellerini yazılı tarihin derinliklerinde arar. Bu nedenle yeşil düşünceye ait bir envanter çıkartmaya giriştiğinizde yolunuzun Lucretius’a, ya da St. Augustine’e çıkması şaşırtıcı değildir (Wall, 1994). Düşünce tarihi boyunca doğa insan ilişkisi hakkında söylenmiş sözler, özellikle de doğanın aşırı kullanımı, tüketilmesi ve yıkıma uğratılması konularında yapılan her yorum (örneğin Platon’un Attica’daki toprak erozyonundan veya ormanların yok olmasından yakındığı meşhur satırları), içinde yeşil düşüncenin nüvelerini taşıyor gibi görünebilir. Üstelik ekolojik krizin tarihi de Mezopotamya’daki ilk uygarlıkların iklim istikrarsızlıkları, kuraklık ve toprağın yanlış kullanımı nedeniyle çökmesi örneğinde olduğu gibi çok eski çağlara dek geri götürülebilir (Ponting, 2000). Ama bunların hiçbiri bugün kullandığımız anlamıyla ekoloji mücadelelerinin ve yeşil düşüncenin tarih boyunca var olduğunu göstermez.
Aslında çevre hareketlerinin ortaya çıkışını çok yakın bir zamana, 1960 gibi bir dönüm noktasına tarihlemek, meselenin yeşil politik bir hal almasını da 1970’lerde başlatmak oldukça uygun bir kabuldür. Rachel Carson’un 1962’de yayımlanan Sessiz Bahar’ı (Silent Spring) (Carson, 2004) ve Roma Kulübü raporu olarak da bilinen 1972 tarihli Büyümenin Sınırları (Limits to Growth) (Meadows, 1972) bu tarihleri imleyen iki köşe taşıdır. Yirminci yüzyıldaki iki dünya savaşı sonrasında dünya, hem yarattığı sosyal ve kültürel iklimle, hem de hızlanan endüstriyel büyümenin çığrından çıkardığı çevre kirliliği, ekolojik yıkım ve kaynak sorunuyla, ekoloji mücadelelerinin gerçek anlamda toplumsallaşmasına yol açmıştır. Sessiz Bahar’a giden yolda İkinci Dünya Savaşı’nda kimyasal silah olarak geliştirilen DDT gibi klorlu organik bileşiklerin mucizevî böcek öldürücüler olarak ekonomik gerekçelerle son derece yaygın kullanılması rol oynar (Şahin & Alkoy, 2006). Hem insan sağlığına, hem de diğer canlıların varoluşuna kasteden sayısız kimyasal madde, 19. yüzyıldan beri ciddi bir sorun olan hava kirliliğinin yanına, su ve toprak kirliliğinin çözülmesi güç bir hale gelmesini de eklemiştir. Buna 60’ların sonuna doğru iyice hızlanan büyümenin, petrol bağımlılığının artmasının sonucu olarak belirginleşen kaynak sorununun ve hızlı nüfus artışının eklenmesi, insanlığı nasıl bir gelecek beklediği sorusunun daha yüksek sesle sorulmasına yol açmıştır. Dolayısıyla çevre ve ekoloji hareketleriyle yeşil politika, sanıldığı gibi farklı tarihsel gelişim çizgilerinin ürünü değildirler. Daha çok aynı tarihsel sürecin giderek ayrıştırdığı iki ayrı mücadele rotası oldukları söylenebilir.
Hareketi 1960’dan daha önceye götürmek mümkün olmasa da, ekoloji mücadelelerini besleyen köklerin 19. yüzyılın başlarına kadar geri götürülmesi mümkündür. Bir Avrupalı olmakla birlikte, ABD’de de büyük etkisi görülen Alexander von Humboldt (1769-1859), yeşil düşüncenin temellerinde etkisi aranabilecek ilk isim olmanın yanı sıra ekoloji hareketlerinin doğa bilimleri temelinin de ilk sembolleri arasındadır. Uzun yaşamı boyunca doğayı gözlemleyerek, doğa olaylarını ve yasalarını çözümleyen tabiat bilgisi (natural history) yazarlarının en ünlüsü olan Humboldt, aynı zamanda hayatının beş yılını, daha 19. yüzyılın başında Güney Amerika’yı gezip inceleyerek geçirmiş bir gezgin, hala kendi adıyla anılan okyanus akıntıları olan, jeoloji üzerine teoriler geliştirmiş ve nihayet kozmos kavramını ilk kez her şeyin birbiriyle ilişki içinde olduğu tek bir bütün anlamında, bugünkü ekolojist kavrayışa oldukça benzer bir şekilde formüle etmiş önemli bir bilim insanıydı. Zamanında Napolyon Bonapart’tan sonra en iyi tanınan Avrupalı olduğu büyük ölçüde unutulmuş olan Alexander von Humboldt, bugün ismi akademik çevrelerle sınırlı kalmış bir figürdür. Oysa Alexander von Humboldt’un “bağlantı zinciri” anlayışıyla açtığı ekolojik düşünce çığırı, ABD’de 19. yüzyıl boyunca Amerika kıtasının sırlarını çözen “kâşifleri” ve nihayet 19. yüzyılda milli park hareketini ve doğa korumacılığı başlatan John Muir’i derinden etkilemiştir. Bugün Kuzey Amerikan çevreciliğinin kurucuları ve yeşil düşüncenin Amerika’daki kaynak kişileri olarak görülen Henri David Thoreau, John Muir, Aldo Leopold gibi isimlerin hep “Humboldt akımının” etkisi altında bu alanda önemli eserler yaratmış oldukları söylenebilir (Sachs, 2006).
Öte yandan yine Humboldt’un da bir üyesi olduğu, biraz daha Avrupa kaynaklı sayılabilecek daha bilimsel bir başka hatta, Linneaus gibi taksonomiyi kuran bir doğa bilimciyi (Tont, 2001), Charles Lyell gibi modern jeoloji biliminin öncülüğünü yaparak yeryüzünün ve hayatın temellerine ilişkin dinsel paradigmayı yıkan bir ismi, Charles Darwin gibi evrim düşüncesini geliştirerek insanı eşref-i mahlûkat olmaktan doğanın bir parçası olmaya tenzil ettiren büyük bir bilim insanını, en iyi bilinen figürler olarak, sayabiliriz. Bütün bu tabiat bilgisi yazarları ve bilim insanları, Batı uygarlığında yüzü doğaya dönük bir bilim anlayışının ve bu bilimsel temellere dayanan bir düşünsel ve kültürel iklimin mümkün hale gelmesini sağlamışlardır. Elbette buna 19. yüzyıl boyunca büyük miktarlarda yakılan kömürün yarattığı çevre kirliliğine, doğaya bırakılan atıklara, insan doğa ilişkisine, sağlıksız çalışma ve yaşama koşullarına, insanca yaşamaya uygun olmayan işçi mahallelerine ve sanayi kentlerine dikkat çeken, yani ilk kez çevre kirliliği üzerine yazan öncü yazarları da eklemek gerekir: Friedrich Engels, George Perkins Marsh, August Bebel gibi.
Yeşil düşüncenin ve ekoloji hareketlerinin temellerini modern dönem boyunca yaşanan toplumsal mücadelelerden ayırmak mümkün değildir. Saymaya çalıştığım bu entelektüel zeminin ötesinde modernleşmeye ve sanayileşmeye karşı erken dönemde oluşan tepkinin, yani bir yandan bütün düşünsel çeşitliliğiyle romantizmin, öte yandan da yeşil düşünceye kattığı anti otoriter tonla anarşizmin büyük payı vardır. Daha Fransız devriminin hemen ardından muhafazakâr itirazı yükselten Edmund Burke’den başlayarak, William Morris’den geçip 68 öğrenci hareketine kadar devam eden birinci çizginin (Löwy & Sayre, 2007), Peter Kropotkin’in doğada karşılıklı yardımlaşmayı vurgulayan doğa bilimciliği ve Gustav Landauer’in cemaatçi liberterliğinden Murray Bookchin’in sosyal ekolojisine uzanan ikinci çizginin (Cantzen, 2000), hatta bir yandan Spinoza’nın, bir yandan da Frankfurt Okulu’nun, Heidegger’in ve Aydınlanma’yı eleştiren, modernizmi sorgulayan diğer yirminci yüzyıl düşünürlerinin yeşil düşüncenin oluşumunda önemli rolü vardır.
Bütün bu zengin birikim, yeşil düşünceyi “mekanistik insan merkezci düşünceyi eleştiren bütüncül doğa merkezci düşünce anlayışı” olarak tanımlama kolaycılığını geçersiz kılar. Ekolojist düşünürler arasında Murray Bookchin ve John Passmore gibi insan merkezcilerin önemli yer tuttuğunu, hatta Ivan Illich, Ernst Bloch, Hans Jonas, Jacques Ellul gibi ekolojist olmayan, çok farklı çizgilerden gelen düşünürlerin yeşil politika üzerinde ne kadar büyük etkide bulunduğunu unutmamak gerekiyor.
Rachel Carson’un 1960’ların başında DDT karşısında başlattığı mücadele, aynı dönemde bir ara nüfus artışının sorumlu tutulduğu bir tür Neo-Maltusçuluğa uğradıysa da, 70’li yılların başında Barry Commoner, Andre Gorz, René Dubos gibi yazarların ve bir gençlik ayaklanması olmaktan çıkıp yeni bir politik güç yaratmaya doğru evrilen 68 hareketinin etkisiyle hızla politikleşti. Kaynak sorununun büyüme ideolojisiyle bağını kurmayı başaran Roma Kulübü raporu, Bileşmiş Milletler’in ilk kez Stockholm’de İnsan Çevresi zirvesi toplaması, Yeni Zelanda’da sıfır büyüme sloganıyla bir parti kurulması, İngiltere’de The Ecologist dergisi çevresi tarafından bir ekolojist siyasi parti kurulması gerektiği fikrinin ortaya atılması hep 1972 yılında oldu. Yeşil hareket birkaç yıl içinde müthiş bir hızla büyüdü, Friends of the Earth, Greenpeace, Worldwatch Institute, Sea Shepherd, Earth First gibi çoğu Kuzey Amerika orijinli eylem ve düşünce üretim kuruluşlarının ortaya çıkışıyla (Sale, 1993), öncelikle İngiltere, Almanya ve Fransa’da olmak üzere yeşil partilerin kurulması (Richardson & Roots, 1995) neredeyse on yıla sığdı.
Yeşil hareketin eylemci yönüyle, parlamentoya girmeyi hedefleyen yönü bazen birbirini tamamlamış, bazen çatışmıştır. Ama çevreyi korumanın siyaset dışı bir mesele olduğu fikri bu çatışmanın unsurlarından biri değildi. O halde nasıl olmuştur da, bu kadar zengin bir düşünsel birikime dayanan bir hareket, son yirmi yılda aynı geleneğin takipçisi bile sayılamayacak siyaset dışı çevre hareketlerinin etkisi altına girmiş, geleneğin taşıyıcısı olmayan çevreci sivil toplum örgütleri çevre hareketinin ana akımı haline gelmiştir?
Bu soruyu yanıtlamak için öncelikle devletlerin ve sermayenin nasıl konum aldığını anlamaya çalışmak gerekiyor.
Siyaset Dışı Çevreciliğin Ayrışması
Amerika Birleşik Devletleri’nde, 1897’de yaşanan bir tartışma, doğa korumacılık tarihinde önemlidir (Sachs, 2006; Sale, 1993). Doğa korumacı akımın ve milli park hareketinin kurucusu John Muir ile ABD’nin ormancılık kuruluşunun ilk başkanı olan Gifford Pinchot arasındaki bu tartışma, ormanları ekonomik açıdan daha uzun süre kullanabilmek için korumayı öngören Pinchot’un muhafaza ediciliği (conservationism) ile, Muir’in doğanın kendine ait değeri nedeniyle korunması gerektiği fikrine dayalı korumacılığının (preservationism) ayrışmasına neden oldu. Bu tartışma, Muir’in izleyicisi sayılabilecek Aldo Leopold’un, bir ucu sonradan derin ekoloji hareketine dek uzatılabilecek olan ekoloji merkezli toprak etiğinin (Leopold, 1949), ekonominin kıtlık mantığıyla çatışan yanının belirginleştiği ilk olaylardan biriydi. Gifford Pinchot için de ormanların korunması çok önemliydi, ama o Muir gibi doğanın ticarileştirilmesine itiraz etmiyor, tam tersine ormanların bilimsel olarak ele alınarak kâr getirebilecek verimli işletmelere dönüşmesinden bahsediyordu. Pinchot bir anlamda doğanın sürdürülebilir ekonomik kullanımın ilk ideoloğudur. Neticede Muir, 1914 yılında Hetch Hetchy vadisinin baraj suları altında kalmasını önleyememenin üzüntüsü içinde ölürken, Pinchot Cumhuriyetçi Parti’den Pennsylvania valisi olmaya hazırlanıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından aşırı kimyasal ilaç kullanımı yoluyla tarımsal üretim artırılır, petrole dayalı hızlı endüstriyel büyümeyle Batı Avrupa ve ABD ekonomileri uçuşa geçer, yeni bulunan kalkınma ideolojisiyle üçüncü dünya ülkeleri Batı standartlarında yaşam biçimi ve tüketim zinciri içinde Batı’nın emperyalist politikalarına bağımlı hale getirilirken (Sachs, 1992), toplumda başka değişimler de gerçekleşiyordu. Sonradan endüstriyel büyümeye karşı muhalefeti oluşturacak yeşil hareketin sosyolojik temelleri işte bu savaş sonrası hızlı büyüyen, dinamik, alt kültür hareketlerinin yükseldiği Batı toplumlarının içinde atıldı. Türkiye gibi o dönemde Batı’nın çeperinde yer alan ülkeler, sadece geleneksel olarak toprağa daha yakın oldukları, daha az ve daha geç sanayileştikleri, ya da doğuya özgü bazı heterodoks geleneklerden beslendikleri için ekoloji düşüncesinin doğal taşıyıcısı olamazlardı. Durum tam tersi yönde işliyor, elbette sistem, karşıtını kendi içinde büyütüyordu. Yeşil hareketler o yüzden tartışmasız biçimde hızla sanayileşen Batı ülkelerinde doğmuş ve aynı Batı’nın devlet ve sermaye aygıtları tarafından boğulmaya çalışılmıştır. Bugün Türkiye’de de yaşanan süreç, aynı çizginin bir örneğidir.
Devletlerarası mekanizmanın karşı saldırısı 1980’lerde, neoliberalizmin dünya sistemine hâkim olmaya başlaması sonrasında yoğunlaşmıştır. Tıpkı klasik totalitarizmin baskıcı mekanizmalarının yerini “insan haklarına dayalı” kontrol ve gözetim toplumlarının alması (Foucault, 2000), bireysel özgürlüklerin teröre karşı mücadele ve benzeri ideolojik mekanizmalar yoluyla güvenlik devleti tarafından sınırlanması, bunun için gereken rızanın da teknolojik bombardıman ve medya aygıtı tarafından imal edilmesi gibi (Herman & Chomsky, 2002) ekoloji hareketleri de denetim altına alınmaya ve bastırılmaya başlandı. Sonradan yeşil siyasi partilerde seçimlere ve parlamentoya girecek siyasetçiler, yetmişli yıllarda nükleer santrallere, Pershing füzelerinin Avrupa’ya yerleştirilmesine, ormanların otoyollar için yok edilmesine ve ikiyüzlü burjuva ahlâkına karşı mücadele eden eylemcilerdi. Schumacher’in “küçük güzeldir” anlayışını temel alan alternatif komünler, Dubos’un “küresel düşün, yerel eyleme geç” sloganını benimseyen yurttaş inisiyatifleri ve seçimlere girmek için oluşturulan yeşil alternatif listeler aynı zeminde yeşeriyordu.
“Çevreciliğin çevreci örgütlerde yapılması gerektiği” o yıllarda bilinmiyordu. Sonradan bir “bilinç sıçraması” olmuş, çevreci olmak, tıpkı demokrat olmak gibi ayrımsız olarak herkes tarafından paylaşılması gereken renksiz bir değere dönüştürülmüştür.
Çevreci mücadele ancak bu yolla sivil toplum örgütlerinin tekeline alınabilirdi.
Bunu sağlayan sürecin üç aşamada gerçekleştiği söylenebilir:
1- Birleşmiş Milletler’in 1972 Stockholm zirvesiyle başlattığı çevrenin korunması için uluslararası işbirliği süreci 1980’lerde yine Birleşmiş Milletler çatısı altında 1949’da ABD’nin başlattığı kalkınma çağının ikinci aşamasını oluşturacak olan sürdürülebilir kalkınma ideolojisinin üretildiği bir meşruiyet zeminine dönüştürüldü. Bu ideolojinin taşıyıcılığı ise sivil toplum kuruluşları aracılığıyla çevrecilere verildi. Sürdürülebilir kalkınmanın tıpkı terörle mücadele gibi bütün klasik siyasi çizgileri diklemesine kesen bir ortak eksene dönüşmesi, 1987-2002 arasındaki 15 yıl içinde tamamlanmıştır (Şahin, 2004). Toplanan tüm devletlerarası zirvelerde paralel sivil toplum oturumları yapılması, (ki bu durum sadece çevreyle ilgili zirvelere özgü değildir), çevre hareketinin “itiraz etmekten vazgeçip çözümün ortağı olması” anlayışının yerleşmesini sağladı. Bu çevre hareketinin 1970’in 22 Nisan’ında ilk Yeryüzü Günü için sokaklara dökülen milyonlarla akrabalık derecesi, incelenmesi gereken ilginç bir konudur.
2- Yeşil partilerin önce 1983’de Almanya’da olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde yerel yönetimlere, parlamentolara, hatta koalisyonlara girecek kadar oy almaya başlamaları, sosyalist ve sosyal demokrat partilerin, hatta giderek sağ partilerin de program ve vaadleri arasına çevre konusunu almalarına neden oldu. Klasik sağ ve sol partilerin ideolojik bir değişim geçirmeden çevreci olmaları, çevreciliğin “partiler üstü” bir mücadele ve ekolojist, dolayısıyla “ideolojik” nitelik taşımayan bir çağdaş değer olduğu fikrini yaygınlaştırdı. Liberal ve muhafazakâr partiler kendi büyüme ideolojilerini, sosyal demokratlar ise kalkınmacı politikalarını çevreyi koruyarak sürdürmenin yollarını aramaya başladılar. Sonuç, ekolojist değil sürdürülebilir kalkınmacı bir çevre mücadelesinin, yeşil değil renksiz bir ekoloji politikasının teorize edilmesiydi. Çevreci sivil toplum örgütlerinin “her partiden insanı bir araya getirmesini” de kolaylaştıran bu anlayış, çevreciliği yeşil düşünce geleneğinden koparan temel yönelimlerden biridir.
Uluslararası çevre politikalarının geliştirilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler çevre zirveleri süreci ve partiler üstü çevrecilik anlayışı, bir yandan da çevre bakanlıklarının ve devlet çatısı altındaki benzeri çevre kuruluşlarının kurulmasını ve güçlenmesini sağlamıştır. Gerçi devletin çevre mevzuatı yapmasının tarihi çok gerilere gider, ama devletin bu alanda da otoriteye talip olması oldukça yenidir.
3- Şirketlerin sosyal sorumluluk adı altında halkla ilişkiler ve reklam kampanyalarına girişmesi de, 1980 sonrası dönemin ürünleri arasındadır. Özellikle de 90’lardan itibaren, çevreyi daha fazla kirleten şirketler başta olmak üzere, sermayenin hatırı sayılır bir kesimi çevre alanındaki sosyal sorumluluk projelerine yatırım yapmaya başladı. Şirketler, bu çalışmaları nadiren kendi bünyelerinde sürdürdüler, daha çok da çevreci sivil toplum kuruluşlarına fon aktararak yaptılar. Şirketler için küçük miktarlarda olan bu paralar, tabandaki sivil toplum kuruluşlarının çalışanları için ciddi meblağlara ulaşıyordu. Böylece çevreciler itiraz etmeyi bırakıp çözümün bir parçası haline gelmek için gereken maddi olanaklara da sahip olmaya başladılar. Bunun iki sonucu oldu: Birincisi çevrenin korunması için profesyonelce çalışma imkanı bulan uzmanlar, devlet veya kamu fonlarından faydalanan bilimsel kuruluşlar tarafından değil, şirketler tarafından fonlanan çevreci sivil toplum örgütleri (diğer bir deyişle üçüncü sektör) tarafından istihdam edilmeye başladılar. İkincisi, devlet çevrenin korunması için harcama yapmayı ve hatta yasalar çıkarmayı kendi sorumluluk alanı dışında görme şansına sahip oldu. Biyoçeşitlilik, soyu tükenen hayvanlar, verimsizleşen topraklar, hatta bunların sonucu olarak yoksullaşan kırsal kesimin sorunları, sorunun faili olan sermayenin doğayı tahrip eden üretim ve yatırımlarından elde ettiği kârın bir bölümünü ayırarak çözdüğü dışsal maliyetler haline getirildi. Çevreci sivil toplum da çözüm üretmeye çalışmaktan itiraz etmeye zaman bulamamaya başladı.
Tüm bu etkenler, yurttaş inisiyatiflerinde, yeşil partilerde ve politik ekoloji mücadelelerinde rafine olan yeşil hareketin tabana yayılma kanallarının tıkanmasını ve yeşil düşüncenin marjinalize olmasını sağlayacak kadar güçlüydü. Sonuç, Pinchot’un kapitalist çevreciliğinin sosyal demokrat siyaset çizgisinin de katkısıyla Muir’in romantizmini marjinalize etmesi, gelenekten ve yeşil düşünce arka planından kopuk, siyaset dışı bir çevreciliğin ana akım haline gelmesiydi.
Türkiye’de de süreç geç başlamakla birlikte benzer bir seyir izlemiştir. Üstelik geç başladığı ve hızlı depolitize olduğu için, geri dönüşü gittikçe zorlaşan bir hal almıştır.
Türkiye’de Siyaset Dışı Çevreciliğin Yükselişi ve Çöküşü
Batı’daki yeşil hareketin yükselişini en az on yıllık bir gecikmeyle takip eden Türkiye yeşil hareketi, kendine özgü siyasal koşullar içinde doğdu. Yetmişli yıllarda toplumsal muhalefetin eksenini belirleyen sosyalist düşünce, kadrolarını 12 Eylül darbesi sonrası işkence altında ve cezaevlerinde büyük ölçüde kaybetmiş, toplum, askeri yönetim tarafından hizaya sokulmuştu. Aslında ortam alternatif bir siyasi canlanış için o kadar da uygun sayılmazdı. Yetmişli yıllarda Avrupa’da da silahlı devrim mücadelesi vardı, ama bir yandan da şiddet karşıtlığı, feminizm, barış mücadelesi, anti nükleer hareket, punk kültürü, anarşi, komünler, eşcinseller ve diğer alt kültür hareketlerinin oluşturduğu bir düşünsel çeşitlilik ve eylem zenginliği bulunuyordu. Türkiye ise, yetmişli yılları sosyalist düşüncenin muhalif kitlelerin üzerinde kurduğu mutlak hegemonya ile geçirdi ve seksenlere tabanda yankı bulmuş tek devrimci geleneğin üzerinden tanklarla geçilmiş bir şekilde girdi. Yeni kuşaklar ise önce sıkıyönetim, sonra olağanüstü hal, sonra da YÖK, Atatürkçülük, elleri güçlendirilen dinsel yapılanmalar ve paranın egemenliği yoluyla sindirildiler.
Seksenlerin ikinci yarısında yeşil hareketin yolunu açan, dışarıda kalmış, ya da cezaevinde kısa bir süre yatmış bazı solcuların, yeni mücadele arayışları sırasında Almanya’da o yıllarda parlamentoya girmeyi başaran Yeşiller Partisi’nin yarattığı heyecanla karşılaşmaları oldu. Özal liberalizmi dönemiydi ve hedeflenen kapitalistleşme, dünyaya açılma ve büyüme, doğaya ve kültürel değerlere yönelik sistematik bir saldırıya neden oluyordu. Kentlerde ve Ege-Akdeniz kıyılarında yoğunlaşan turizm yatırımları, termik santral projeleri ve hızlı kentsel dönüşüm planları, korumacı niteliğe sahip bir direnişin önünü açtı (Somersan, 1993). Güvenpark, Akçimento, Aliağa, Dalyan, Gökova, Taşkışla derken, Türkiye alışık olmadığı bir toplumsal muhalefetle tanıştı. Gayet politik olan ve büyük ölçüde tabanda büyüyen bu hareket, 1988 gibi erken bir tarihte Yeşiller Partisi’nin kurulması ile sonuçlandı (Ergen, 1994). Üstelik aynı dönemde ekolojist ve savaş karşıtı eylemleriyle ve Türkiye’de ilk defa bir eşcinsel kimlik hareketi yaratmasıyla yıldızı parlayan bir de Radikal Yeşil hareket vardı. Bu hareketleri yaratanlar, soldan gelen, çoğu 12 Eylül öncesi çeşitli sol örgütlerde yer almış kişilerdi. Ama bu kadrolar yeşil düşünceyi kendileri de daha yeni öğreniyorlar, sosyalist teoriyle hesaplaşmaya ve yeni bir yol bulmaya çalışıyorlardı.
Bu kadar erken bir siyasallaşmaya rağmen birkaç yıl oldukça başarılı yürüyen ve örgütlenen yeşil hareket, yine aynı olgunlaşmamışlık nedeniyle dağılma sürecine girdi, içinden anti nükleer hareket, ekolojist ve yeşil gruplar, dergi çevreleri ve inisiyatifler doğdu. Türkiye’de süreç tersten işlemişti. Yurttaş inisiyatifleri ve alternatif hareket yeşil partiyi oluşturmamış, yeşil partinin dağılması yurttaş inisiyatifleri ve alternatif hareketlerin doğmasına ve çoğalmasına neden olmuştu. Ancak sonuçta bir yanıyla Batı’da yaşanana benzer bir durumun Türkiye’de de tekrarlandığı söylenebilir. O da ekoloji hareketlerinin, bambaşka bir toplumsal ortam söz konusu olmasına rağmen, yine işin en başında siyasi bir gündemle ortaya çıkmasıdır.
Türkiye’de bu dönemin hızlı bir şekilde sona ermesinde hareketin iç dinamikleri büyük rol oynadı. Ama bir yandan da dünya başka bir yere doğru evriliyordu ve hareketin buna direnecek gücü yoktu. Sivil toplum hareketlerinin, özellikle de çevre alanında siyaset dışına itildiği doksanların yeşil hareket üzerindeki etkisi ağır oldu. Önce 1996’da İstanbul’da toplanan ve sivil toplum hareketlerine büyük canlılık kazandıran Habitat zirvesi, daha sonra da 1999 depremini izleyen fon akışı, daha önce özetlemeye çalıştığımız “çözümün parçası olmaya çalışan”, bunun için de proje üretip fon aramaktan itiraz etmeye zamanı kalmayan sivil toplum kuruluşlarının sayısını arttırdı ve bunları güçlendirdi. Aynı yıllarda Türkiye’de de örgütlenen ve destekçilerin dışında gelir kaynağı olmayan, yani fon akışına bağlı olarak çalışmayan Greenpeace bile, bir süre örgütün klasik eylemci çizgisini takip ettiyse de, daha sonra hızla profesyonelleşti ve diğer çevreci örgütlerin önünde bir de bu yönüyle model oluşturmaya başladı.
Ama Türkiye’de, çıkışını yeşil siyasi bir tarzda yapan çevre ve ekoloji hareketlerine asıl darbeyi, sermayenin kendisi vurdu. Ekolojist olmayan, hatta birer çevre örgütü oldukları bile söylenemeyecek olan büyük sermaye destekli bazı vakıf ve dernekler, çevre hareketinin tabandan örgütlenmesini sistemin işleyişi içinde olabilecek en garantili yöntemle engellediler. Bu türden örgütlerin en büyük ve tipik örneği olan TEMA, erozyonla mücadele ve ağaçlandırma amacıyla kurulmuş, kuruluş amacında bile klasik çevreci taleplere yer vermeyen, hatta nükleer santral ihalalelerine giren şirketlerin yöneticilerinin mütevelli heyeti başkanlığı gibi yüksek görevlere gelebildiği bir vakıf olduğu halde, birkaç yılda kendini Türkiye’nin en büyük çevre örgütü olarak ilan etmeyi, bir anlamda Türkiye’de çevreci olmanın tanımı haline gelmeyi başardı. TEMA, bunu elbette arkasındaki büyük sermaye gücü sayesinde başarmıştı. Bir vakıf olduğu ve mütevelli heyetiyle yönetildiği için üyeleri olmayan, dolayısıyla demokratik denetim mekanizmaları işlemeyen bir örgüt, kaydettiği on binlerce gönüllü sayesinde büyük bir tabana oturmuştu.
Elbette mesele sadece TEMA değildir. Aynı modele dayanan, yani demokratik olarak denetlenmeyen organlarca yönetilen, hiçbir şekilde şeffaf olmayan, ama sahip olduğu parasal kaynaklar ve ürettikleri projelere buldukları fonlar sayesinde kamuoyunda görünürlük kazanan ve belli bir tabana yayılan çok sayıda kuruluş vardır. Bu “çevreci” örgütlerin finansmanının az sayıda büyük şirket ya da belli bazı devletler (ve AB) tarafından sağlanması, çevreci sivil toplumun tekelleşmesi gibi tuhaf bir sonuca yol açmıştır. Bu durumun sonucu, devlet, sermaye ve medya desteğiyle giderek büyüyen bu tür kuruluşların kaçınılmaz bir şekilde büyük bir çekim merkezi oluşturması ve yeşil düşüncenin dayandığı gelenekle herhangi bir bağları olmadığı için ideolojik hegemonya bile kuramadan, normalde ekolojist ve yeşil hareketlerin tabanını oluşturacak dinamizmi bilinçli ya da bilinçsiz olarak engelleme gücüne kavuşmalardır.
Türkiye’de yeşil siyasi hareketin hızlı yükselişi ve düşüşü, elbette pek çok başka nedene de bağlanabilir. Ama çevre hareketinin kısa sürede siyaset dışına itilmesinin ardından, yeşil hareketin yakın akrabası olması gereken çevre hareketlerinin de önce yükselip, ardından düşüşe geçmesi ilginçtir. Bugün Türkiye’de tabanda örgütlü, gündem oluşturan, kendine özgü bir toplumsal muhalefet yaratma yeteneğine sahip bir çevre hareketinin bulunmaması, yine benzeri dinamiklerle açıklanabilir. Toplumsal hareketlerin, aslının zayıflayıp taklidinin güçlendiği yerde etki gücünü sürdürmesi kolay değildir. Türkiye’de yeşil hareket bütün zayıflığına rağmen, yine de başka toplumsal muhalefet hareketleriyle dirsek teması içinde olması, düşünsel bir temele yaslanması ve sözünü ettiğimiz sermaye, devlet ve medya baskılarına karşı direnme güdüsünün de etkisiyle yaşamaktadır. Oysa çevre hareketi, gerçekte çevre hareketini taşıyamayacak sınıfsal ve toplumsal tabanlara yaslanan oluşumlar tarafından tamamen kulvar dışına itilmiştir. Biraz da bu nedenle Türkiye’de devletin bile fazla bir şey yapma ihtiyacı duymadığı, klasik sağ ve sol partilerin de Batı’daki benzerleri gibi bu söylemleri yapılarına taşımakla uğraşmadıkları söylenebilir.
Sonuç Yerine
Toplumsal muhalefet, ancak dinamizmi ve her an kurulup her an bozulan yapılar yaratma yeteneğiyle canlılığını koruyabilir. Aslında tabana dayanma denen şey de budur. Bütün dünyada çevre ve ekoloji mücadeleleri maddi güce sahip kalıcı organizasyonlar yarattıkları zamanlardan çok, siyasete müdahale ederek toplumsal dinamikleri taşıyabildikleri ve dönüştürücü bir güç yaratabildikleri dönemlerde büyümüşlerdir.
Kendini, kadrolarıyla ve para kaynaklarıyla fazlasıyla güvence altına almaya çalışan kurumlar, kaçınılmaz olarak muhalefet yeteneklerini yitirmeye ve donmaya başlarlar. Kurumsallaşma her zaman güç ve dış etkilere direnme yeteneği kazandırmaz, bazen de kırılganlığı arttırır, kendisini oluşturan ölümlüleri önemsizleştirir, içinde eritir ve yutar. Ekolojik krizin nasıl patlak verdiğini anlamak için de kurumsallaşmanın toplumsallaşmayla olan etkileşimini çözümlemek, buna bağlı tüketim-üretim kalıplarını sorgulamak gerekir; durum böyleyken çevreci kurumların ve ekoloji mücadelesinin kendi içinde bu yozlaşmaya direnebileğini varsaymak fazlasıyla kendine güven olurdu. Üstelik yakın tarih, bütün dünyada devletlerin ve sermayenin karşılarına çıkan bu büyük tehlikeyi benzer yöntemlerle alt etmeyi başardıklarını, bize büyük bir açıklıkla öğretirken.
Ivan Illich, Okulsuz Toplum’da, kendi oluşturduğu kurumların kölesi olan insanı, çok güzel tanımlamıştı (Illich, 1985). Bu satırları bir kez de bu niyetle okuyarak bitirelim:
“İnsan bir kurumun kendisine veremeyeceği hiç bir şeyi düşleyemediği için her şeyi isteyerek boş bir güç geliştirmiştir. Çevresindeki süper güçlü araçlarla insan, araçlarının aracı durumuna gelmiştir. O en eski günahları kovmak için kurulan kurumların her biri kaçınılmaz olarak, kendi kendine kapanan bir tabut halini almıştır. İnsanoğlu, Pandora’nın saçtığı kötülükleri sokmak için yaptığı kutuların tuzağına düşerek kendi o kutuların içinde kalmıştır. Bu araçların çıkardığı tozdan dumandan ferman okunmamaktadır. Ava giderken avlanmak, kendi kazdığı kuyuya kendi düşmek diye buna denir.”
Kaynakça
Cantzen, R. (2000). Daha Az Devlet, Daha Çok Toplum: Özgürlük, Ekoloji, Anarşizm. İstanbul: Ayrıntı
Carson, R. (2004). Sessiz Bahar. Ankara: Palme
Ergen, M. (1994). Yeşiller Partisi’nin Olmayan Tarihi. İzmir: Ege Yayıncılık
Foucault, M. (2000). Büyük Kapatılma. İstanbul: Ayrıntı
Illich, I. (1985) Okulsuz Toplum. Ankara: Birey ve Toplum Yayınları
Herman, E. S.& Chomsky, N. (2002) Manufacturing Consent: The Political Economy of the Mass Media.
Leopold, A. (1949). A Sand County Almanac (And Sketches Here and There). New York: Oxford University Press.
Löwy, M. & Sayre, R. (2007). İsyan ve Melankoli: Moderniteye Karşı Romantizm. İstanbul: Versus
Meadows, D. H., Meadows, D. L., Randers, J. & Behrens III, W. W. (1972). The Limits of Growth: A Report fort he Club of Rome’s Project on the Predicament of Mankind. New York: Universe Books.
Ponting, C. (2000). Dünyanın Yeşil Tarihi: Çevre ve Uygarlıkların Çöküşü. İstanbul: Sabancı Üniversitesi
Richardson, D. & Rootes, C. (1995). The Green Challenge: The Development of Green Parties in Europe. London: Routledge
Sachs, A. (2006). The Humboldt Current: Nineteenth-Century Exploration and the Roots of American Environmentalism. New York: Penguin
Sachs, W. (1992). The Development Dictionary: A Guide to Knowledge as Power. New York: Zed Books
Sale, K. (1993). The Green Revolution: The American Environmental Movement, 1962-1992. New York: Hill and Wang
Savran, G. A. (2004). Beden Emek Tarih: Diyalektik Bir Feminizm İçin. İstanbul: Kanat
Somersan, S. (1993). Türkiye’de Çevre ve Siyaset. İstanbul: Metis
Şahin, Ü. & Alkoy, S. (2006). Kalıcı Organik Kirleticiler ve Sağlık. İstanbul: Çevre İçin Hekimler Derneği
Şahin, Ü. (2004). Truva Atı Olarak Sürdürülebilir Kalkınma. Üç Ekoloji, 2, 9-30
Tont, S. (2001). Sulak Bir Gezegenden Öyküler. Ankara: Tübitak
Wall, D. (1994). Green history: A reader in environmental literature, philosophy and politics. London: Routledge.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder