Bu blogda, gazete ve dergi yazılarım yer almaktadır. Akademik yayınlar ve makaleler - Yeşil Gazete yazıları

03 Temmuz 2010

Küresel Isınmanın Buharlaştırdığı Bir Dünyada Su Hakkı

Bu yazı, 1-4 Temmuz 2010 tarihleri arasında İstanbul'da yapılan 6. Avrupa Sosyal Forumu'nda yaptığım konuşmanın metnidir.

Toprakla olan temel ilişki 'sahip olmak' fiiliyle özetlenebilir. Su ise bu sahipliğin sınırlarını yıkar. Ona asla sahip olunamaz, ancak buharlaşmadan önce paylaşılıp dağıtılabilir.  
Jean Robert

Küresel ısınmanın insanların günlük yaşamına, hayatın olağan akışına ve geçim kaynaklarına  yönelik doğrudan etkilerinin hemen hepsi bir şekilde suyla ilgilidir. Seller, tayfunlar, yağışların artması, azalması veya karakter değiştirmesi, akarsu debilerindeki değişiklikler, yeraltı su seviyelerinin düşmesi, toprak neminde azalma, buzulların erimesi nedeniyle deniz seviyelerinin  yükselmesi, deniz seviyelerinin yükselmesi nedeniyle kıyılara yakın yeraltı sularının tuzlanması,  tarımsal üretimde azalma, ürün çeşitlerindeki değişiklik, biyoçeşitliliğin azalması, açlık ve susuzluğa bağlı iklim göçleri,  hatta pozitif geri besleme olgularının bir kısmı doğrudan küresel ısınmanın su döngüsü üzerindeki etkisiyle bağlantılıdır. Sıcak dalgaları, orman yangınları gibi doğrudan suyla ilgili olmayan olaylar bile canlılar üzerindeki etkilerini suyla bağlantılı olarak gösterirler. Bu nedenle iklim değişikliğini ikincil bir etken olarak alan bir su tartışması yapmak mümkün değildir.
Su hakları savunucusu Maude Barlow su konusunda yaşanan üç olumsuz gelişmenin birbiriyle bağlantı içinde olduğunu söylüyor. Bunlar dünyadaki tatlı suların tükenmesi, su kaynaklarındaki kirlenme nedeniyle her geçen gün daha fazla sayıda insanın temiz su kaynaklarından yoksun kalması ve kendi çıkarları uğruna suyu her yönden denetim almayı amaçlayan şirketlerin baskısıdır. İnsanların ve diğer canlıların ihtiyaç duydukları suya erişimlerini kısıtlayan tüm bu olumsuz gelişmelerin her aşamada küresel ısınma tarafından şiddetlendiğini görmek durumundayız. Bu nedenle iklim değişikliğini durdurmak için atılacak her adım, aslında su sorununun çözümü için de atılmış bir adımdır.

Suyun şirketler tarafından ele geçirilmesi sadece içme ve kullanma suyunun özelleştirilmesi şeklinde olmuyor. Su kaynakları aynı zamanda enerji üretimi amacıyla doğal yataklarından koparılıyor, sudan insanlara ve diğer canlılara hayat vermek için yararlanılması gerekirken, doğal akışın tersine döndürülmesiyle su sadece elektrik üretmek için kullanılıyor. Bugün Türkiye’de suya şirketler tarafından el konmasının en yaygın örneği bir salgın hastalık gibi yayılan HES inşaatlarıdır.

Bu yazıda iklim değişikliğinin etkileriyle su sorunu arasındaki bağlantıya değinmeye çalışacağım. Ardından da Türkiye’de ciddi bir ekolojik sorun haline gelen barajlar ve HES’ler sorununun son durumuna göz atacağım. Ancak önce kısaca su hakkı kavramına değinmek istiyorum.

Su doğanın tüm canlılara bir armağanıdır

Suyu bir hak olarak tanımlamak, aslında suyu herkesin erişmesi gereken bir “mal” olarak tanımlamanın bir başka yolu olabilir. Geçtiğimiz günlerde Finlandiya’da internet erişimi de bir hak olarak tanımlandı. Aynı şekilde yerleşim, elektrik, sağlık hizmetleri ve temel eğitim de herkesin erişmesi gereken haklar olarak tanımlanmaktadır. Oysa suyun bütün bu mal ve hizmetlerden bir farkı vardır. Su topraktan ve bu tür “ürünlerden” farklı olarak “ham doğa”dır. Ve bu anlamda sadece hava ile karşılaştırılabilir.

Su herkesin erişmesi gereken bir mal olarak hak değil, doğanın insana ve tüm canlılara ayrımsız olarak sunduğu bir armağan olarak haktır. Gerçekte insanların ve diğer canlıların tek yaptığı şeyin suyu arayıp bulmak olması gerekir. İnsanlar suyu kendilerine birileri tarafından sağlanması gereken bir mal ya da hizmet anlamında hak olarak kabul etmeye başladıklarında, tıpkı bugün olduğu gibi, doğadan kopuşları bir aşama daha kaydeder.

Suya doğanın bize sunduğu bir armağan değil, fabrikalarda elde edilen bir ürün, endüstriyel bir mal olarak baktığımız zaman, tuzu ayrıştırılmış deniz suyu veya arıtılmış lağım suyu ile pınarlardan akan tatlı kaynak suyu arasında bir ayrım kalmaz. Yani su laboratuarda sentezlenebilen kimyasal bir bileşik olan H2O haline getirilir. Hatta su döngüsünün kendisi (içme suyu barajlarındaki suyun buharlaşması, akarsuların denize kavuşması vb.) yeryüzünün ve atmosferin bize ait bir malı çalması olarak algılanır. Suyun boşa akmasından hoşlanmayan uygarlık anlayışı bu bakış açısının bir sonucudur. Çünkü su artık, herkese ait olan, bedava bir ortak değer değil, kıt olan bir iktisadi mal olarak görülmektedir. Bu ekonomik varsayım, suyu kıtlaştırmıştır, böylece su ihtiyacı da sonsuz hale gelmiştir.

Suya emek vererek ve geleneğe dayanarak, herkesle birlikte, neredeyse komünal bir şenlikle ulaştığınızda, suya değer katarsınız. Bu su değerlidir, israf edilemez, belki pınardan durmadan kaynar, ama sonsuzluk algısı yaratmaz. Böylece sonsuz ihtiyaçları körüklemez, haliyle de kıtlaşmaz ve bir hak olarak tanımlanmasına gerek kalmaz. Oysa ne yazık ki bugün doğanın bütün canlılara sunduğu bu armağan doğadan koparılıyor, bizden çalınıyor, kirletiliyor, endüstriyel üretim süreçlerine sokuluyor, fabrikalarda tüketiliyor, borulara ve baraj göllerine hapsediliyor, bu nedenle bize de suya erişimimizi garanti edebilmek için onu bir hak olarak tanımlayıp sahip çıkmaktan ve geri almaya çalışmaktan başka çıkar yol kalmıyor.

Suyu geri almak, ancak doğayla olan ilişkimizi onarmakla ve yeniden kurmakla mümkündür. Elbette mevcut endüstriyel kapitalist sistem içinde yoksulların suya bedelsiz erişimini garanti altına almak, suya şirketler tarafından kâr amacıyla el konulmasını engellemek zorundayız. Ama bunu yaparken suya bir ortak değer olarak asıl anlamını geri kazandırmak şarttır. Bu nedenle de su doğanın tüm canlılara ortak armağanı olan bir hak olarak ve ticari kullanımı sınırlandırılmış, endüstriyel ve tarımsal kullanımı vergilendirilmiş bedelsiz bir ortak değer olarak yeniden tanımlanmalıdır.

Küresel ısınmanın buharlaştırdığı su

IPCC raporuna göre Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz kuşağında iklim değişikliğinin başlıca etkileri şunlardır: Yıllık yağış miktarında düşme, yıllık nehir debilerinde düşme, tarımda su ihtiyacının artması ve tarımsal üretimde düşme, çölleşme riskinde artma, hidroelektrik santrallarda su azlığına bağlı verim düşmesi, orman yangınlarında ve sıcak salgalarında artış, sıcak dalgaları nedeniyle su ihtiyacının artması, vektörle bulaşan hastalıklarda artış (ki sulak alanlarla ve suya bağlı hijyenle ilgilidir), biyoçeşitlilikte azalma ve yaz turizminde düşme.
İklim değişikliğinin Avrupa çapında en ciddi etkilerinin görüldüğü yerlerin başında İspanya, İtalya, Yunanistan ve Türkiye gibi Akdeniz kuşağı ülkeleri gelmektedir. 1976-2006 arasındaki 30 yıl içinde  özellikle yaz sıcaklıklarında Türkiye’nin bütününde 1 derecelik artış gözlenmektedir. IPCC tahminlerine göre Türkiye’de 2030'a kadar kış sıcaklıklarında 2 derece, yaz sıcaklıklarında 2-3 derece artış olacaktır.

Yıllık yağış miktarında ise Türkiye’nin tarımsal üretiminin önemli bölümünün gerçekleştiği Konya kapalı havzası, Çukurova, Trakya ve Marmara bölgelerinde 1961-2006 arasında 30 mm civarında azalma gözlenmektedir. Geleceğe yönelik projeksiyonlar bu etkilerin katlanarak artacağını göstermektedir. Örneğin Avrupa Çevre Ajansı’nın raporuna göre 2070'e kadar Türkiye’deki nehir debilerinde özellikle ülkenin orta ve güney kesimlerinde %25-50 arası bir düşme beklenmektedir. IPCC verilerine göre yağış miktarı 2030'a kadar yazın %5-15 azalacak, kışın ise %10'a kadar artış gösterecektir. Toprak neminde ise yazın %15-25 azalma beklenmektedir. Türkiye zaten yarı kurak bir iklimde yaşamaktadır. Bu kuraklık giderek artacaktır. Avrupa Komisyonu’nun verilerine göre Türkiye, Yunanistan, İtalya, İspanya ve Fransa’da tarımsal üretim 2080'e kadar %30'a kadar düşebilir.

Bütün bu veriler Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülke için iklim değişikliğinin kuraklık, su kıtlığı ve çölleşme anlamına geldiğini göstermektedir. Bu durumda suyun daha hakça kullanımı ancak iklim değişikliğine karşı mücadeleyle birlikte anlam kazanır. Bu da sera gazı salımlarını atmosferdeki CO2 miktarını 350 ppm’e düşürmek için radikal bir şekilde sınırlamakla mümkündür. Fosil yakıtlara bağımlı enerji üretimini terk etmek, enerji tüketimini radikal biçimde düşürmek, daha verimli teknolojiler kullanmak, motorlu taşıtlara ve uçağa dayalı ulaşımdan vazgeçmek, etle beslenmeyi en aza düşürmek zorunludur.

Daha fazla kömür ve petrol kullanımına, daha fazla sanayileşmeye dayalı bir politika ne kadar çevreyi koruyan önemler alınırsa alınsın su kaynaklarını koruyamaz. Mevcut üretim ve tüketim anlayışıyla yüzeyel sular ve yeraltı suları endüstriyel atıklarla ve tarım ilaçlarıyla kirletilmekte, sanayi tarafından yeraltı suları tüketilmekte, sulamaya dayalı tarımdaki artış nedeniyle su kaynakları aşırı baskı altına alınmaktadır. Bunun yanısıra nüfus artışı ve kentleşme, su kaynakları üzerindeki insan baskısını iyice arttırmaktadır. Ancak Türkiye’nin hala suyun ağırlıklı olarak tarımsal amaçlı kullanıldığı bir ülke olduğu unutulmamalıdır. Türkiye’de DSİ verilerine göre toplam 43 milyar metreküp su kullanılmaktadır. Bunun %74'ü sulamada, %15'i içme suyu için, %11'i sanayide kullanılmaktadır. Ancak yine DSİ’nin projeskiyonlarına göre 2023'de sanayinin payı %20'ye çıkacaktır.

Enerji için hapsedilen sular

Su gücüyle elektrik üretimi eski bir teknolojidir. Türkiye’de yakın zamana kadar elektriğin %20'den fazlası hidroelektrik santrallardan elde ediliyordu. Türkiye’de bütün ırmakların üzerine çok sayıda büyük baraj yapılmıştır. Şu anda Türkiye’nin hidroelektrik santral kurulu gücü 14.551 MW’dır. Su gücünün elektrik üretiminde payı ise %17'dir.

Türkiye’de hükümet bütün enerji üretim biçimlerinde kapasiteyi sonuna kadar kullanmaya dayalı bir enerji politikasını benimsemiştir. Bu uğurda halkın tepkisi ve ekolojinin gerekleri göz ardı edilmektedir. Son yıllarda sadece büyük barajların yapımı değil, küçük hidroelektrik santralların (HES’ler) yapımı da hızla artıyor. Bugün ticari olarak kârlı olan her dere üzerine çok sayıda küçük HES kurulmaktadır. Şu anda sadece Doğu Karadeniz’de 760 HES projesinden, Türkiye genelinde 1700'ün üzerinde projeden bahsediliyor. HES inşaatları için ağaçların kesilmesi, doğal yaşamın ve kültürlerin tahribi ciddi bir sorundur. Ama her şeyden önce HES’ler derelerde akan suları yatağından koparıp tüneller veya borular içinden akıtarak vadileri ve dere yataklarını kurutmakta, canlıların sudan faydalanmasını engellemektedir.

HES’ler nedeniyle su döngüsü bozulmakta, suyun doğal akışı sırasında toprakla, mikro-organizmalarla, bitki ve hayvanlarla teması engellenmekte, suya ulaşmaya çalışan bitki köklerinden su içmeye inen hayvanlara kadar tüm canlılar ve bostanını sulamak veya yüzünü yıkamak için derelere inen insanlar sudan koparılmakadır. Bu noktada suyun mülkiyeti doğadan, kullanım hakkı ise insanlardan ve tüm canlılardan şirketlere aktarılmaktadır. Bu ağır bir insan hakları ihlalidir.

Dicle, Munzur ve Çoruh vadilerinde olduğu gibi baraj projeleri de akarsuların yatağındaki akışını durdurup suları baraj göllerine hapsediyor. Yerleşim yerlerinin, tarihi ve arkeolojik alanların, milli parkların sular altına kalması, insanların ve hayvanların göçe zorlanması, yerel yağış rejimlerinin değişmesi suyun yatağından koparılmasının, yani ekolojik döngülerin bozulmasının sonucudur.

Üstelik küresel ısınma nedeniyle azalan nehir debileri su gücüyle elektrik üretimini giderek daha verimsiz hale getirecek, yakın gelecekte HES’lerden geriye ormanların içinden geçen içi boş tüneller ve kurumuş akarsular üzerinde paslanan HES türbinleri kalacaktır.

Toprak ananın haklarına saygı

Sonuç olarak bugün iklim değişikliği kullanılabilir tatlı su miktarını hızla azaltmakta, su sanayinin ve nüfus artışının baskısıyla kıtlaştırılmakta, sular sanayi atıkları ve tarımsal ilaçlarla kirletilmekte, enerji üretimi için barajlara ve borulara hapsedilmesi nedeniyle akarsular insanlardan ve diğer canlılardan koparılmaktadır.

22 Nisan 2010'da Bolivya’nın Cochabamba kentinde yapılan İklim Değişikliği ve Doğa Ana Hakları Dünya Halkları Konferansı’nda kabul edilen Halkların Anlaşması’nda doğanın “yaşamsal döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme ve biyolojik kapasitesini oluşturma hakkı”ndan söz edilmektedir.

Toprak ananın, yani doğanın bu hakkı ihlal edilmeye devam edildiği sürece insanların ve diğer canlıların su hakkı da tanınmayacaktır.

Kaynaklar

European Environment Agency, Impacts of Europe’s Changing Climate – 2008 Indicator-Based Assessment. EEA, Copenhagen, 2008

Fred Pearce, Nehirler Kuruyunca. Çev: Füsun Doruker, Altın Kitaplar, İstanbul, 2009

IPCC, Climate Change 2007: Synthesis Report Core Writing Team, Pachauri, R.K. and Reisinger, A. (Eds.) IPCC, Geneva, Switzerland. Pp 104

Ivan Illich, H2O ve Unutmanın Suları. Yeni İnsan Yayınları, İstanbul, 2007.

İklim Değişikliği ve Doğa Ana Hakları Dünya Halkları Konferansı: 22 Nisan, Cochabamba, Bolivya, Halkların Anlaşması. Çev: Serhat Demirkol, Kolektif Dergisi, 10/5, Haziran 2010

James E. Hansen, Storms of My Grandchildren: The Truth About the Coming Climate Catastrophe and Our Last Chance to Save Humanity, Bloomsbury, USA, 2009

Jean Robert, Suyun Ekonomi-Politiği. Ütopya Yayınevi, Ankara, 2003

Maude Barlow, Mavi Sözleşme: Küresel Su Krizi ve Su Hakkı Mücadelesi. Çev: Barış Cezar, Yordam Kitap, Ankara, 2009

TC Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, DSİ Faaliyetleri (sunum), DSİ, 17 Haziran 2010

Hiç yorum yok: